“Gök, zemin, dağ, tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin müteaddit vücuhundan bir ferdi, bir veçhi ‘ene’dir.” (Bediüzzaman, Sözler)
Emanet, hem “korunması istenen şey”, hem de “emin olma” mânâsına gelir. Emanete, “teklif, feraiz, İlâhî ahkâmın icrasına memur olmak, başkalarının hukukununu muhafaza” gibi mânâlar da verilmiştir.
Emanetle ilgili Ahzâb Sûresinin 72. âyetinin meali şöyledir:
“Biz o emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. O gerçekten çok zalim ve çok cahildir.”
Tefsir âlimlerinin büyük çoğunluğu bunu bir temsil olarak kabul etmişlerdir.
Bediüzzaman Hazretleri, ‘emanet’ konusunu işlediği Otuzuncu Söz’de bu âyet-i kerîmeyi kaydettikten sonra; “Şu âyetin büyük hazinesinden tek bir cevherine işaret edeceğiz.” diyerek şöyle buyurur:
“Gök, zemin, dağ, tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin müteaddit vücuhundan bir ferdi, bir veçhi ‘ene’dir.” (Sözler)
Âyet-i kerîmede esas olarak ‘emanet’ işlendiğine göre söz konusu hazine ‘emanet’tir ve onun ifade ettiği birçok mânâ da o hazinenin cevherleri gibidir. İşte o cevherlerden birisi de enedir (benlik duygusu). Ene, esas olarak, insan mahiyeti ve o mahiyete konulan çok geniş ve yüksek istidattır. Bu istidat manevî bir cevherdir. O cevherin yerinde kullanılmasıyla insanın kalbine ve aklına nice hakikatlerin kapısı açılır.
Ene ‘ben’ demektir ve kelime mânâsıyla insan mahiyetinin tamamını ifade eder. Ancak, Bediüzzaman’ın “Beden ruhun hanesidir.” ifadesinden hareketle eneyi insan ruhu olarak anlamamız daha doğru olur. Bu ruhun hayvan ruhlarından en belirgin farkı enedir. Yani, insan ruhu; “benim elim, benim gözüm, benim kalbim…” demekle bu organlarına sahip çıkmakta, emanet cihetiyle de olsa onları kendine nispet edebilmektedir.
Hayvanlar ne kendilerini gerçek manada bilirler, ne de organlarını hakkıyla tanırlar. Sadece dünyevî işlerine yardımcı olan organlarını kullanmayı bilirler. Yani ağızları olduğunun şuurundadırlar, rızıklarını tanırlar ve yerler. Ancak aldıkları gıdaların midelerine gittiğini bilmezler, soludukları havanın ciğerlerini temizlediğinin de farkında değillerdir. Onun için “Ben yedim, ben nefes aldım” diyemezler; bu marifetten mahrumdurlar.
O halde, ene denilince insan ruhunun, “kendini, organlarını, latifelerini ve duygularını bilmesi” ve onları kendisine nisbet etmesi, yani benim organlarım, benim duygularım…, diyebilmesi” anlaşılır. İşte ene, yani “ben diyebilme” özelliği, insanın önüne büyük bir imtihan sahası açmıştır: Kendisine ihsan edilen nimetleri Allah’tan bilme yahut kendi nefsine mal etme imtihanı.
İnsan ruhu hislerden, duygulardan, latifelerden örüldüğü gibi, insan bedeni de atomlardan dokunmuştur. İnsan, kâinatın bir küçük misali olduğundan, onun ruh dünyası büyük âlemdeki bütün gaybî varlıkları temsil ettiği gibi, bedeni de bu görünen muhteşem âlemi temsil eder.
Bir mümin hem bütün organlarını hem de ruh dünyasının bütün kabiliyetlerini Allah’ın birer emaneti olarak bilir. Bu nimetlere şükretmekle büyük sevaplar kazanır, onları mülk sahibinin rızası istikametinde kullanmakla da manen çok terakki eder.
Örnek olarak bedenimizden gözümüzü, ruh âlemimizden de aklımızı ele alalım: Göz ve akıl insanın bu dünya hayatındaki her türlü faaliyetinde çok önemli iki vasıta, çok kıymetli iki alettirler. Öte yandan, insan aklının şu kâinat kitabını temaşa etmesinde en önemli yardımcısı gözdür. Bu iki aletin, İlâhî birer ihsan ve emanet bilinerek, rıza dairesinde kullanılmaları cennet meyveleri verirken, aksi yönde istimal edilmeleri de cehennem azabını netice verir.
İşte enenin, yani insan ruhuna ihsan edilen o büyük istidat sermayesinin doğru yahut yanlış kullanılmaları cennet ve cehennemin birer çekirdeği olacaklardır.
EMANETİN GÖKLERE, YERE VE DAĞLARA TEKLİF EDİLMESİ
Emanetin cansız eşya olan göklere, yere ve dağlara teklif edilmesi iki şekilde düşünülebilir: Birisi, Cenâb-ı Hakk’ın cansız eşyayla da konuşması söz konusudur. Nitekim Nuh Tufanında yere ve semaya yapılan hitaplar bunu açıkça göstermektedir. Ancak tefsir âlimleri bu mânâya fazla itibar etmemişler ve bu teklifin bir temsil, bir istiare olduğu ağırlık kazanmıştır.
Bu âyet-i kerîme ile insan istidadının (yeteneklerinin) gök, zemin ve dağlardan daha mükemmel olduğu ve insanın, bu istidat sayesinde onların taşıyamadığı bir yüke talip olabildiği ders verilmektedir.
Bu konuda şöyle bir soruya da muhatap oluyoruz: İnsan bu emaneti ihtiyarıyla mı yüklenmiştir?
Bunun bir temsil olduğu kabul edildiğine göre, ortada ne ihtiyar vardır, ne de ızdırar (zorlama) vardır; emaneti ancak insan mahiyetinin üslenebilecek istidatta olduğunu beyan söz konusudur.
Onuncu Söz’ün On Birinci Hakikati’nde geçen şu ifadeler konuyu en güzel şekilde aydınlatıyor:
“Hâkim-i Bilhak, Rahîm-i Mutlak; insana öyle bir istidad verip, yer ile gökler ve dağlar tahammülünden çekindiği emanet-i kübrayı tahammül edip, yani küçücük cüz’î ölçüleriyle, sanatçıklarıyla Hâlıkının muhit sıfatlarını, küllî şuunâtını, nihayetsiz tecelliyatını ölçerek bilip…”
Demek oluyor ki, emaneti yüklenen, insan istidadıdır. Yükü ise, kendisinde bulunan sıfatları, fiilleri, halleri iyi değerlendirerek Cenâb-ı Hakk’ı bütün isim ve sıfatlarıyla tanımaktır.
Meselâ, güneş kendisinde bulunan kuvvete “benim kuvvetim” diyecek bir istidada sahip olmadığı için, o muazzam kuvvetini ölçü alarak Allah’ın kudretini bilmekten mahrumdur. İnsan ise beş-on kiloluk bir taşı kaldırdığında bunu ölçü alabiliyor ve “Ben nasıl bu taşı kaldırıyorsam Halık’ım da bütün gezegenleri kolayca çeviriyor, bütün yıldızları düşürmeden durduruyor.” diyebiliyor.
Yine güneş, ilim ve irade sıfatlarından mahrum olduğundan, onları ölçü alarak Allah’ın ilim ve irade sıfatlarını bilemez. Görmesi ve işitmesi de olmadığından Allah’ı Basîr ve Semi’ olarak tanıyamaz.
İnsan, kuvvet, irade, görme, işitme gibi sıfatlarını kıyas unsuru olarak kullanmakla Allah’ın sıfatlarını bir derece bildiği gibi; şefkat, merhamet, gazap gibi şuunâtıyla da Allah’ın şuunâtına bir derece bakabilir. İşte Nur Külliyatından bu meseleye misal olabilecek bir cümle: “…Bütün validelerin şefkatleri, rahmet-i İlâhiyenin bir lem’asıdır.” (Sözler)
İnsana şefkat duygusu verilmeseydi Allah’ın rahmet ve merhametini bilemezdi. Keza, insana gazap kuvveti verilmeseydi Allah’ın kahrını ve cezasını anlayamazdı. Demek ki, insan için Rabbini tanıma vadisinde yol alabilmenin en sağlam yolu kendini doğru tanıması ve eneyi doğru değerlendirmesidir.
O halde, semanın, arzın ve dağların emaneti yüklenemeyişlerinin temel sebebini de bu noktada aramak gerekiyor. Biz nasıl belli bir mekânda bulunduğumuz için Allah’ın mekândan münezzehiyetini anlayamıyorsak, âyette geçen varlıklar da Allah’ın sıfatlarını ve esmâsını bilemiyorlar. Kendilerine mahsus tespihlerini ifa etmenin ötesinde bir marifet kazanmaları da söz konusu olmuyor.
Şu olay meselemize iyi bir örnek olabilir:
Âmâ bir adama “Sen görme denilince ne anlıyorsun?” diye sorduklarında şu cevabı veriyor: “Siz diyorsunuz ki, falan adam geliyor; ben hayret ediyorum, bunu nasıl biliyorlar?”
İşte bu adam “görmenin ne olduğunu anlama yükünü” kaldıracak istidatta değildir ve o yükü yüklenemez.
EMANETİ YÜKLENEN İNSAN
İlgili ayetin meali şöyledir: “Biz o emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. O gerçekten çok zâlim ve çok cahildir.” (Ahzâb Suresi, 72)
Peki, emaneti yüklenen insan neden çok zalim ve çok cahildir?
İman ve marifet sahalarında terakki etmesi için verilen o büyük istidat sermayesini yanlış kullanarak küfre düşen insanlar çok zalim ve çok cahildirler. Zalimlikleri emanete hıyanet etmeleri, cahillikleri ise bu hıyanet sonunda uğrayacakları büyük cezayı bilmemeleri ve dikkate almamalarıdır.
Küfre giren bir insanın ne kadar büyük bir zulüm işlediği 23. Söz’de şöyle nazara verilmektedir: “…Küfür bir fenalıktır, bir tahriptir, bir adem-i tasdiktir. Fakat o tek seyyie, bütün kâinatın tahkirini ve bütün esmâ-i İlâhiyenin tezyifini, bütün insaniyetin terzilini tazammun eder.”
Burada küfür cinayetinin üç ayrı yönüne dikkat çekiliyor.
Birincisi, “Bütün kâinatın tahkiri”:
Tahkir; aşağılama, hakaret etme demektir. Şirk üzere yaşayan bir insan, düşündüğü aklından, konuştuğu dilinden, kanını pompalayan kalbinden, ciğerlerini temizleyen havadan, tâ onu sırtında gezdiren dünyaya, yolunu aydınlatan güneşe kadar bütün bir kâinatı o şirke bir nevi ortak etmiş, böylece onlara bir nevi hakaret etmiş olur. Zira bütün bu itaatkâr mahlûklar o şahsın şirkine yardım etmiş olurlar. Bu ise onlar için büyük bir zillet olacağından azim bir zulümdür.
İkincisi “Bütün esmâ-i İlâhiyenin tezyif”:
Tezyif; aşağılama, küçük düşürme demektir. Nur Külliyatı’nda “Hakiki hakaik-i eşya esmâ-i İlâhiyedir.” buyurulur. Ahsen-i takvimde yaratılmış bulunan insan, İlâhî isimlerin en mükemmel aynasıdır. Yaratılışıyla Hâlık ismine, hayatıyla Muhyi ismine, şekliyle Musavvir ismine, rızıklanmasıyla Rezzâk ismine ayna olur. Bütün esmâ tecellileriyle var olan insan, bu tecellileri küfür ve isyan sahasında kullanmakla büyük bir zulüm işlemiş olur.
Üçüncü zulüm, “Bütün insaniyetin terzili”:
Terzil; aşağılama, rezil duruma sokma manasına geliyor.
Ahsen-i takvimde yaratılan, iman, marifet ve muhabbet vadisinde büyük dereceler kat etmeye namzet olan insanı, küfür ve şirkin bataklığına düşürmek, insanlık mahiyetine yapılan en büyük bir zulümdür.
GİZLİ HAZİNELERİN ANAHTARI OLAN ENE
“Ene, künûz-u mahfiye olan esmâ-i İlâhiyenin anahtarı olduğu gibi, kâinatın tılsım-ı muğlâkının dahi anahtarı olarak bir muammâ-yı müşkilküşâdır, bir tılsım-ı hayretfezâdır.” (Sözler)
Muamma kelimesine “bilinemezlik, aklın gücünü aşan, çözümü çok zor problem” gibi mânâlar veriliyor. Müşkilküşâ ise, zor olan şeyi açıp çözen demektir. Buna göre, enenin mahiyetini tam olarak bilmek insan idrakini aşmakla birlikte, birçok hakikatler de yine o enenin yerinde kullanılmasıyla açılıyor; nice bilinmez sırlar onunla bir derece keşfedilebiliyor. Bu sırların başında “künûz-u mahfiye olan esmâ-i İlâhiye” gelir.
Künûz-u mahfiye gizli hazineler demektir. İlâhî isimlerin gizli olmaları, görünmemeleri cihetiyledir. Bu isimler ancak tecellilerle kendilerini gösterirler. Meselâ, Allah’ın Rezzâk ismi görünmez. Biz bu ismin varlığını rızıklar âlemini müşahede etmekle biliriz. Hayvanlar da rızıklanırlar, onlarda da Rezzâk ismi tecelli eder, ancak onlar bu İlâhî ismi bilmezler; sadece onun tecellilerinden istifade ederler. Zira kendilerinde ene yoktur, yani insandaki mükemmel istidattan mahrumdurlar. Bundan dolayı, bir rızıktan istifade ettiklerinde, “Ben bu rızka muhtacım, bunun bana gönderilmesine vesile olan ağaçlar, bostanlar, tarlalar ise beni bilmez, tanımazlar. Beni rızıklandıran ancak bütün bu sebeplerin sahibi olan Allah’tır.” demekten mahrumdurlar. İşte eneyi doğru kullanarak bu hükme varan insan, künuz-u mahfiyeden Rezzâk isminin anahtarını bulmuş ve bu düşünceyle o hazineyi açarak Rezzâk’ını tanımıştır.
Bütün rızık çeşitleri Rezzâk isminin hazinesinden ayrı birer cevher, farklı birer pırlantadırlar.
Muhyi ismi ayrı bir hazinedir, o da görünmez. Karıncanın hayatından, balinanın hayatına, meleklerin ve cinlerin hayatlarından insanların hayatlarına kadar bütün hayat çeşitleri hep o ismin hazinesinden gelmektedir.
Kâinat ve insan… Bediüzzaman’ın ifadesiyle birisi ağaç, diğeri ise onun meyvesidir. İşte enenin doğru kullanılmasıyla hem insanda, hem de kâinatta tecelli eden İlâhî isimler bilinir ve okunur. Kâinattaki varlıkların ne oldukları da ene sayesinde bilinir. İnsanın, kanın hava ile temizlendiğini bilmesiyle havanın yaratılış hikmeti ve tılsımı keşfedilmiş olur. İnsanla münasebeti olan bütün varlık âlemi aynı şekilde değerlendirilebilir. Hepsinin tılsımı ene ile yani insan ruhundaki o mükemmel istidat ile keşfedilir.
…
Kâinat tılsımının önemli bir ciheti de bu âlemin niçin yaratıldığıdır. İşte enenin doğru kullanılmasıyla, hadîs-i şerifte “ahiretin tarlası” olarak tavsif edilen bu âlemin tılsımı açılır ve bu kâinatın cennet veya cehennem meyveleri veren muhteşem bir ağaç olduğu bilinir. Bediüzzaman Hazretleri bu âlem hakkında “Başka bir âlemin mahsulâtının tezgâhı hükmünde çarkları dönüyor” buyurmakla bu hakikate dikkatimizi çekiyor.
Başka bir cümlede ise şu hakikat dersi yer alır: “O ene, mahiyetinin bilinmesiyle, o garip muammâ, o acip tılsım olan ene açılır ve kâinat tılsımını ve âlem-i vücubun künûzunu dahi açar.”
Mahiyet bir şeyin “ne olduğu” sorusunun cevabıdır.
Bir camiyi göstererek “Bu bina nedir?” diye sorduğumuzda “cami” cevabını alırız. Bir insana da “Sen nesin?” diye sorduğumuzda “insanım” diyecektir ve mahiyetini böylece dile getirecektir. Milyonlarca tür canlı içerisinde bu soru sadece insana sorulabilir ve gerekli cevap alınabilir.
İnsanın “O” diyebilmesi için “ben” diyebilmesi gerekir; ene diyemeyen hüve diyemez. “Nefsini bilen Rabbini bilir.” hükmünce, kendini bilmeyen Rabbini de bilemez. Yani insan bir terbiyeden geçtiğini bilecektir ki, kendisini terbiye edeni bilebilsin.
İşte ene, insanın mahiyeti demektir ve bunun şuurunda olması da nefsini bilmesidir.
Enenin kendi mahiyetini bilmesinin birçok alt şubeleri vardır. Ben insanım, kulum, mahlûkum…, demesi işin başıdır, bunu birçok dallar takip eder. Ben canlıyım, akıllıyım, şuurluyum, irade sahibiyim, severim, korkarım, şükrederim gibi ruha ait ana özelliklere, bedene ait olanları da ekleyebiliriz; ben iki göz, ilk el, iki ayak sahibiyim, kalbim, midem, ciğerlerim vardır gibi…
***
Enenin âlem-i vücubun künuzunu açması:
Âlem-i Vücub, “Cenâb-ı Hakk’ın zatı, şuunâtı, sıfatları, isimleri ve fiillerinin tamamına” denilir.
Bu noktaya kadar, insanın kendi mahiyetini doğru değerlendirdiğinde Allah’ın isimlerini, sıfatlarını ve şuunâtını bir derece bilme imkânına kavuştuğunu açıklamaya çalıştık. İlave olarak şunu da kaydedelim:
Bilindiği gibi Allah’ın varlığı vacibdir, yani varlığı zatındandır, olmaması muhaldir. Mahlûkatın varlıkları ise mümkin grubuna girer. Mümkin, “olup olmaması müsavi (eşit)” demektir, yani bir tercih ediciye bağlıdır. İnsan, kendisinin mümkin bir varlık olduğunu bilmekle etrafındaki bütün eşyanın da mümkin olduklarını bilir ve bütün bu mümkünat âleminin vacip bir sahibi ve maliki olduğuna hükmeder.