“İlk konakta esiriz hâlâ.”
— Hz. Mevlânâ’dan, ebed yolculuğunun dünya adlı durağında takılıp kalan bizlere veciz bir hatırlatma…
***
“Tedavi şart!”
Malûm, Arapça ve Farsça Müslüman aidiyetinin lisanlarıdır. Ülkemizdeki sekülerleşme süreci de önemli ölçüde bu aidiyetin reddi üzerine oturtulmuştur. Dolayısıyla, Türkçe’nin yukarıdaki dillerden ‘temizlenmesi’, özünde, genel ‘lâ-dinîleşme’ iradeciliğinin lügate yansımasından başka bir şey değildir.
Hatanın neresinden dönülürse kârdır. Yanlışta ısrar, hele hele tüm insan grupları için müthiş hayatiyet arzeden dile ilişkin bir yanlışta ısrar; zaten kanayan yaramıza merhem sürmek yerine, ona mikrop şırıngalamak anlamına gelir.
Bu açıdan da, şimdi mutlaka yapmamız gerek şey, psikanalist kanepesine uzanıp, Arapça ve Farsça’ya karşı duyduğumuz kompleksi tedavi etmektir.
Tıpkı, Frenk ülkeleri açısından bakarsak, Latince ve Helence’nin Hıristiyan dilleri olarak değil, uygarlık dilleri olarak düşünülmesindeki gibi.
Avrupa’nın günlük lisanlarında da, birey laik, agnostik veya sofu olsun hiç farketmez, İncil’e, papaza, mihraba atıfta bulunan sayısız kelimeden, deyimden, atasözünden geçilmez. Kültürel bütünlüğün dili ‘sekülerleştirilemez.’”
— Yazar Hadi Uluengin, Türkçe’yi ‘arılaştırma’ teşebbüslerini, içinde bu paragrafların da yer aldığı dikkate değer bir çerçevede eleştiriyor.
***
“En iyi yabancı yazar”
“Kar’ın kitapçı vitrinlerini süslediği günlerde, ajanslar İtalya’da ‘en iyi yabancı yazar ödülü’nün Orhan Pamuk’a verildiği haberini geçtiler.
Bence Türkiye’de de en iyi yabancı yazar ödülü Orhan Pamuk’a verilmeli ve son romanının ismi Kâr olarak değiştirilmeli…”
— Yenişafak yazarı M. E. Yavuz, Orhan Pamuk’un son romanının ‘promosyon’ boyutunu ve dolayısıyla ‘içtenliğini’ sorguladığı yazısında, aydın yabancılaşmasına dair harika bir iğnelemede bulunuyor.
***
“Belki de Tanrı, uygun kişiyi tanımandan önce yanlış kişilerle tanışmanı, uygun kişiyi tanıdığında minnettar olman için istedi.”
— Gabrıel Garcia Marguez, pişmanlık duyduğumuz bazı tanışmalara dair farklı, harika bir bakış öneriyor.
***
İki hayat bir gerçek!
Sacred Balance, yani ‘Kutsal Denge’, insanın kâinatla uyumunu düşüncesinin merkezine alan David Suzuki tarafından yazılmış bir kitap. Bu kitapta, Suzuki, ‘İktisadî kalkınmanın toplumun tüm fertlerinin ihtiyaçlarını tatmin için gerekli olduğu; ama bu kalkınmanın dünyadaki hayatın geri kalan kısmı pahasına gerçekleştiğine dikkat çekiyor ve bu noktada 1989’da Amazon Kızılderililerine misafir olarak eşi ve çocuklarıyla birlikte gerçekleştirdiği bir tatilden söz ediyor. Son derece ilginç dersler edinmiş Suzuki bu tatilinden. Kendi ağzından dinleyelim:
“…Amazon yağmur ormanlarının derinliklerindeki Aucre köyüne Kayapo Kabilesinin lideri Paiakan’a misafir olmuştuk. On gün boyu basit bir hayat yaşadık. Çamurdan yapılmış bir kulübe içine gerilmiş hamaklarda yattık. En yakın yerleşim yeri, kano ile on dört günlük bir mesafede idi ve Aucre’nin iki yüz sakini su tesisatı, çeşme suyu ve elektrikten mahrumdu. Ama hayatın gidişatı eğlenceliydi. Kahvaltıda guava, muz veya akşamdan artan yemekler vardı. Bir pınardan taze su içerdik ve biz diğerleriyle buluşup yüzerken, çocuklar ve kadınlar piaau adını verdikleri lezzetli bir balığı avlarlardı.
Tefekkür etmek, eğlenmek, gözlemde bulunmak ve öğrenmeye vakit vardı orada. Kızlarım on günlük ziyaretimiz sonunda ayrılmamız gerektiğinde hıçkırıklarla ağladılar.
Zengin, sanayileşmiş Kanada’daki günlük hayatımızla ne büyük bir fark! Günlerim Toronto’da televizyon programları ile veya David Suzuki Vakfında, yahut evimin de bulunduğu Vancouver’daki British Columbia Üniversitesi’nde çalışarak geçiyor. Zamanım mesuliyetler ve vaatlerle belirleniyor—saat, sekreterim, günlük planım bütün faaliyetlerimi dikte ediyor. Sabah bir saat zili ile uyanıyor, aceleyle duş alıp kahvaltı yaparak, hemen ofise gidip telefonları cevaplıyor, mektupları okuyor ve istekleri karşılıyorum. Gün, gözlemde bulunmaya ve tefekküre fırsat tanımayan kısa dilimlere bölünmüş.
Çocukluğumda, bütün ihtiyaçlarımızı makinelerin, robotların karşılayacağı, bizlere okumak, oynamak ve sair insanlarla görüşmek için yeterince vaktin kalacağı bir gelecekle ilgili makaleler okumaktan çok hoşlanırdım. İşte o gün geldi. Evimde mikrodalga fırın, hazır yemekler, bilgisayar, faks, modem, telefon, telesekreter, sac kurutma makinesi, bulaşık makinesi, televizyon, video, kaset ve CD çalar, çamaşır makinesi ve çamaşır kurutma makinesi var. Fakat biz yarıştıkça hayat daha da ivme kazandı, ve gözlemde bulunup tefekkür etmek için daha az vakit bulabiliyoruz.
Aucre’de geçirdiğimiz zamanı düşündüğümde sık sık kendime, bu hayat biçiminin ve bütün bu maddî şeylerin ne için olduğunu soruyorum. Şu anda, Aucre’de nehirde yüzdüğüm, balık tuttuğum ve şarkı söylediğim zamankinden daha mı mutluyum veya özgürüm? Çocuklarım henüz yetişkinlerin dünyası ve ekonomisinin girdabına yakalanmış değiller, dolayısıyla sorumun cevabını bilmeleri çok enteresan, işte bu yüzden Aucre’den ayrıldığımızda ağlamışlardı.”
(Tercüme: Mustafa Yazgan)