TR EN

Dil Seçin

Ara

Gözde Göze Çarpanlar

Hayatın kalbine ulaştığında her şeyde bir güzellik bulursun. Güzelliğe kör olan gözlerde bile.”

Halil Cibran

 

Her sabah dünya ufkundan yükselen güneşin alevlerinin sıcaklığı dünyaya ulaşır ulaşmaz, sayısız gözlere ışık düşer. Bu dev alev topunun amansız kavuruculuğu, milyonlarca kilometre uzakta ince bakışlara, rengarenk arayışlara dönüşür. Göğün alevden gözü açılır; buna karşılık, yeryüzünün göz kapakları aralanır, sayısız gözde görmenin, görebilmenin o tarifsiz aydınlığı başlar. Gün başlar, perdeler açılır, gözler açılır, sayısız eşyanın yüzüne ışık düşer, renkler dirilir. Işık ve göz buluşur; bakış olur. Bakışın başladığı yerde, her şey birbirine tanıdık olur, eşya yakınlaşır, göz gözü görür, yüz yüze gelinir. Güneşin doğduğu ufuğun berisinde sayısız bakış güneşleri doğar; ışık hayata dokunur, hayat bakışa doyar. Herkese gün doğar. Gözler aydın olur.

Gözler, hayatın ışığa değdiği yerdir. Sadece ışığı algılamakla kalmaz, ruhun ışığını yüze düşürürler. Yüzün âşina coğrafyasında doğup yükselen iki kara güneş gibidirler. Gözü olmayan yüz, ne kadar ışık olursa olsun, karanlıkta gibidir. Bakışı olmayan göz; ne kadar açık olursa olsun kördür; görmediği gibi, görünmez de. Parlayan bir çift göz, bakanın orada olduğunu ilan ettiği gibi, yüzünün detaylarını da öne çıkarır, yüzü daha çok göz önüne getirir. Bu yüzden, sevinçli hallerimizde ‘gözlerimiz parlar’, ‘gözümüzün içi güler’. Hüzünlüyken ‘gözlerimizin feri kaçar’; utandığımızda ‘gözden kaybolmak’ isteriz. Birinin ‘gözüne girmek’ varlığımızı çoğaltıp sivrilttiği halde, ‘gözden çıkarılmak’, ‘gözden düşmek’ bizi âdeta yok eder, yokluğa mahkûm eder. Sanki gözlerimiz kadar varız ve her seferinde başka gözlere varmak için koşarız.

Gözler ruhun tene dokunduğu yerdir; yüzün halleri gözde başlar, gözde noktalanır. Yüzün tüm ifadeleri gözlere yakınlaştıkça kristalleşir, keskinleşir. Gözlerin katılmadığı yüz ifadesi sahtedir; bakışın onaylamadığı yüzleşmeler yalandır. Yüzün ardında, tenin altında, bedenin özünde bir ruhtan haber verir gözler. Bu yüzden, gözlerin habersiz olduğu gülüşler anlamsız kalır, bakışın desteklemediği sözler yalan gibi durur, gözlerin ilgi göstermediği düşünceler sönük ve önemsiz durur. Gözlerin konuştuğu dil her yerde aynıdır; herkes aynı şeyi anlar ve anlatır gözlerle. Dudağın söylemediğini anlatır, dilin dönmediğini ifade eder, kalbin sakladığını açık eyler. Gözler yüzün psikolojik odağıdır. İnsanın ötekini fark edişi gözde netleşir; öteki tarafından fark edilişi de gözleri sayesinde gerçekleşir.

İnsandaki duyu alıcılarının hepsini terazinin bir kefesinde toplasanız; diğer kefeye de bedene göre hayli küçük kalan iki gözdeki duyu reseptörlerini koysanız, gözlerin kefesi ağır gelirdi. Bedenimizdeki duyu alıcılarının yüzde yetmişi gözlerimizde kümelenmiştir. Yani başka hiçbir beden parçası gözler kadar hassas, gözler kadar alıcı değildir. Gözlerin bu imtiyazı hakettiği ortada. Zira görmek, insan ruhunun şu ölümlü dünyadaki en ihtişamlı tecrübelerinden biridir. Görmek, varlığın şiirinin ruha sözsüz hitabıdır; görmek evrenin âhenginin akla aracısız sokuluşudur; görmek yaşamanın nabzının kalbe geri dönüşüdür. Görmekte, şiir, bilgelik ve âhenk bir anda gerçekleşir.

Tebessüm ettiğimizde, sevindiğimizde, hayret ettiğimizde, şefkat ettiğimizde gözlerimiz iyice açılır, kendine mahsus bir kıvılcım kazanır. Sanki gözlerimiz sadece güneşe açılıyor değil, bir güneş olup ruhumuzun aydınlığını etrafa saçıyor. Ruh, bu âlemi gözlerin ardından seyrediyor.

Aslında, göz kapağının ardında gözle gördüğümüzden daha fazla bir göz vardır. Göz küremizin sadece altıda biri görünür; bu oranda gözümüzün aradığı ve alışık olduğu bir estetik denge vardır. Göz küresinin altıda birden daha az görünmesi göz sahibinin ilgisizliğini ve burada olmadığını düşündürürken, altıda birden daha fazla görünmesi ‘gözleri dışarı fırlamış’ bir aşırı meraklılığı, rahatsız edici bir delici bakışı gösterir.

Gözler kör bir beyazlığın ortasında kara bir güneş gibi dolanır aramızda. Gözün kör olan ‘göz akı’, gören kara ‘göz bebeği’ni çevreler. Hemen bütün gözlerde göze çarpan bu siyah-beyaz kontrastlık, bakışların hedefini ve yönünü bize haber verir. Bu sayede, gözlerin ‘boş’ bakmadığını algılarız. Gözbebeğinin göz akı içindeki her hareketi, bakan kişinin yüz ifadelerinin ve sözlerinin yöneldiği noktayı haber verir. Bu sayede, göz, bir bakıma, yazısız ve sözsüz adresler gösterir gözlerimize. Gözbebeklerinin hareketlerini bu kadar rahat izliyor olmasaydık, karşımızdaki kişilerle olan sosyal bağlarımız çözülür, konuşmalarımızda bir tür sosyal körlük, sosyal şaşılık yaşardık. Bir topluluğa girdiğimizde sırf gözbebeklerinin yönelişini izleyerek topluluk içindeki gizli hiyerarşiyi göremez, kimlerin kimleri önemsediğini gösteren sosyal haritayı çizemezdik. ‘Odaklanma çatısı’ diyebileceğimiz bu sosyal ilişkiler ağını kara gözbebeklerinin beyaz göz akı üzerindeki hareketleriyle çizeriz.

Kabaca siyah-beyaz diye ikiye ayırdığımız gözün görünen kısmı üç bölüme de ayrılabilir. Gözün beyazını oluşturan sklera tabakası, siyah bölümün çevresini oluşturan iris ve siyahın merkezini oluşturan en kara nokta pupil. Skleranın beyazlığı, pupilin siyahlığı hemen hemen evrenseldir; ancak ikisi arasında yer alan iris rengi hayli değişkendir. Minicik ve incecik kasların gözün merkezine doğru dairesel olarak yönelmesinden oluşan iris tabakası gözlerin rengini oluşturur; maviden kahverenginin değişik tonlarına, yeşilin gözler okşayan tonlarından zifirî siyaha kadar, adlandırılması özel bir renk edebiyatına kaynaklık edecek kadar özel görünümleri vardır. Her insanın iris rengi, iris yapısı ve şekli, tıpkı parmak izi gibi özel ve tektir. Günümüzde gözün iris yapısını tanıyan özel güvenlik sistemleri vardır.

İris kasları, tıpkı bir fotoğraf makinesinin diyaframı gibi çalışarak, pupilin çapını azaltıp çoğaltarak gözün arkasındaki retina tabakasına düşen ışığın miktarını ayarlar. Loş bir odaya girdiğinizde iris kasları kasılarak pupili genişletirler; çünkü karanlıkta görebilmeniz için gözlerinize daha çok ışık girmesi gerekir. Parlak bir ışık kaynağına, meselâ güneşe, doğrudan baktığınızda pupil büzüşerek küçülür; retinaya aşırı miktarda ışığın düşerek zarar görmesi engellenir.

Asıl ‘göz bebeği’ni oluşturan irisin kara perdesi arkasında gerçekleşir görme eylemi. İris gözümüzün ‘fotoğraf filmi’ne denk gelen, yani görüntülerin kazındığı retina tabakasına açılan bir penceredir. Göz, nasıl yüzün psikolojik merkezi ise, gözbebeği pupil de gözün duyusal merkezini oluşturur. Hayvanlarda sadece ışığın şiddetine göre büyüyüp küçülen gözbebeği, insanlarda duygusal tepkilere göre biçim değiştirerek, duyusal mesaj santrali olarak işler. Gözbebekleri hem erkeklerde hem kadınlarda şehvet duygusuyla birlikte büyürken, kadınlarda şefkat duygusunu uyandıran bebek ya da bebekli bir anne imajı da gözbebeğini büyütür. Gözbebeğimizin büyüklüğü, genel olarak, ne kadar uyanık ve ilgili olduğumuzu yansıtır. Gözbebeğimiz büyüdükçe, karşımızdakine burada, yakında, yanında ve ilgili olduğumuz haberini göndeririz farkında olmadan. Korku, sürpriz, hoşlanma, kaygı, yüksek ses gibi uyaranlar gözbebeğimizi büyüterek oradaki varlığımıza derinlik kazandırırken; depresyon, sıkılma, üzülme, yorgunluk gibi haller gözbebeğimizi küçültür, oradaki varlığımızı daraltır, silikleştirir, âdeta görünmez eyler.

Gözbebeklerinin büyüklüğü yüzü öne çıkarır ve yüzün güzelliğini tamamlar. Gözbebekleri yapısal olarak iri olan insanlar daha cana yakın, daha ilgili, daha sıcak, daha kolay erişilir, daha güzel görünür. Nitekim, Orta Çağ İtalya’sında kadınların kendilerini daha çekici kılmak için göz bebeklerini büyütmekte kullandıkları atropa bella dona bitkisi, Türkçe’de de aynı anlama gelen bir isimle anılır: ‘güzelavrat otu’. Bu bağlamda, Vâkıa sûresinde ‘iri gözlü’ olarak tarif edilen hurilerin ‘eşlerine düşkün’ olarak da tanımlanması, göz iriliği ile yakın ilgi algısı arasındaki ilişkiyi resmeder.

Göz güzelliği, seyrettiğimiz penceremiz olduğu kadar, seyredilesi bir güzellik merkezidir de. Öyle ki, bu pencerenin neresinden bakarsanız bakın güzelliği görürsünüz. İçeriden dışarıya bakarsanız, ruhunuzu âlemle tanıştırmış olursunuz. Göz, içeriden dışarıya doğru, kâinat kitabının mütalâacısı, âlemdeki mucizelerin seyircisi, yeryüzü bahçesindeki rahmet çiçeklerini dolaşıp güzellik balı devşiren mübarek bir arıdır. Dışarıdan içeriye bakarsanız, gözde, gözün karasına saklanmış sevdalı bir kalbin, bakışlardan taşan derin bir ruhun kımıldanışlarını görürsünüz.

Bu defalık, göz penceresinden ne içeri ne de dışarı bakalım. Gözün güzel görmesini de, güzel görünmesini de sağlayan çevre detaylarına, yani pervazına bir göz atalım. Gözün pervazında nice şiire ilham olmuş güzellikler varedilmiştir ki, sanki şairler onca yıldır gözün pervazında oyalanmış, gözden içeri bakmaya vakit bulamamış, hatta cesaret edememişler gibi... İşte Karacaoğlan’ın yüzyıllar boyu unutulmayan mısraları: “Elifim kaşların çatar/Gamzesi sineme batar/Ak elleri kalem tutar/Yazar Elif Elif diye.” İşte, Fuzûlî’nin nice yüreğe su serpen ‘Su Kasidesi’ndeki ifadeleri: “Ârızun yâdıyla nemnâk olsa müjgânım n’ola/Zâyi değil gül temennâsıyla vermek hâre su [Yüzünü anarak ıslansa kirpiklerim ne çare, gül umup da dikene su vermek ziyan değildir].”

Aşıkların, Sevgili’ye yol bulmak için uğradıkları, Sevgili’den yüz bulmak için dolaştıkları ‘kaş’, ‘kirpik’ ve ‘gözyaşı’ sembolleri, tıp ilmine göre gözün korunmasına hizmet eder. Oysa bizim bildiğimiz insan yapılarında, koruma ve estetik amaçlar ters yönde işler. Bir şey ne kadar koruma amaçlıysa, o kadar estetikten yoksun olmak zorundadır. Ne kadar estetik amaçlıysa, o ölçüde de korunaksız ve kırılgan olur. Ne var ki, hemen yüzümüzün orta yerinde, bu iki zıt amacın sonsuz âhenkle buluştuğunu görürüz. Gözün pervazında, yani kaş, kirpik ve göz yaşında, estetik ve koruma amaçları birbirini engellemez. Koruma amaçlı oldukları halde, kaşlar, kirpikler ve gözyaşı, estetikten yoksun olmak şöyle dursun, estetiğin sembolü olacak denli güzeldir. Yay gibi kaşlar, ok kirpikler ve ruhun billurlaştığı gözyaşı ve nice aşığı savunmasız bırakan süzgün, nazlı, hafif çatık kaşlı bakışlar... Hepsi, gözlerin pervazında bekliyor. Ve bizi gözle görülür güzellikten gözde görülür güzelliklere çağırıyor.