TR EN

Dil Seçin

Ara

Bir Ömrün Zafer'i

Bir Ömrün Zafer'i

BİR YILDIZ DAHA KAYDI…

 

Cumhuriyet dönemini takip eden yıllardaki manevî çöküş, 70’li yıllara doğru daha da hızlanmıştı. Bu yüzden de özellikle gençlere hitap eden ve onların imanlarına kuvvet veren dergilere bir su veya nefes gibi ihtiyaç vardı. O karanlık yıllarda, rahmetli Necip Fazıl’ın ‘Büyük Doğu’su dışında ‘iman esaslı’ bir dergi bulunmuyordu. Zaten o da çok ağır hücumlara maruz kalıp, yılda ancak birkaç sayı yayınlanırdı.

Yüz binlerce insanın kalbini fetheden ‘ZAFER’, işte o yıllarda yayın hayatına başladı. (1976) Bu işin başında Selim Gündüzalp vardı. Suat Ünsal, Özkan Öze, Cihat Zafer gibi gençler yazı işleriyle ilgilenirken, Ayhan Halaç yazıların tashihini yapardı. Ergün Ür de ‘Dış İşleri Bakanı’ sayılırdı. Çay demleyip yemek yapmak, hatta daha sonra bulaşık yıkama işlerini Hüseyin Özkurt kardeşimiz hallederdi. Ayrıca büyük ve küçük Namık’larla birlikte, şimdi yaşlandığım için ismini hatırlamakta zorlandığım çok sayıda fedakâr kardeşimiz, bu işe ‘baş koymuş gibi’ canla-başla koşuşup dururlardı. Gençlerden Suat Ünsal, Selim Gündüzalp’in manevi evladıydı ve bu güzel beraberlik, onun vefat anına kadar devam etti.

‘Dergi ekibi’ dışında Mithat Kırkaltıoğlu, İbrahim Erdinç Şumnu, Lütfi Saltabaş, Muzaffer Avcı ve Ali Öztürk gibi kahramanlar da vardı. Onlar da sadece Allah rızası için koşarak bizlere her hususta yardım ederlerdi.

Merhametli Rabbimiz, çok şükür bu kişileri ve daha sonra gelenleri istihdam edip, Risale-i Nur esaslı harika bir dergi ihsan etti bizlere. ‘ZAFER’in bütün hedefi, iman hakikatlerini bilimsel yollarla ispat etmeye çalışmaktı. Bunları yaparken de, Üstat Bediüzzaman’ın dediği gibi, bütün kuvvet ‘ihlâsta ve hakta’ bilinmeliydi. İhlâs ise her fiilin sadece Allah rızası için yapılmasıydı. Rabbim biliyor elbet; sabah, akşam, tatil, bayram falan demeden, işlerin yoğunluğundan bazen günler boyu o dergiden çıkamayanlar, bunların karşılığında tek bir kuruş ücret almıyorlardı. Her zaman olmasa bile karınları acıkınca derginin alt katındaki lokantadan ısmarlanan lahmacunlar dışında, bir de uzak şehirlerden misafirler geldiğinde onlarla birlikte yedikleri dönerler, ‘ücret’ sınıfına girer miydi acaba?

Dergiye dört elle sarılan hanımlar da vardı. Mesela bunlardan biri (Allah onunla birlikte hepsinden razı olsun) yeni evliydi ve 22 yaşından başlayarak, belki 15 yıl boyunca dergi elemanlarına her hafta yemek yaptı, bazı çamaşırlarını yine her hafta yıkayıp güzelce ütüledi. Diğer hanımlar da ondan geri kalmıyorlardı. Çünkü imkânsızlıklar ‘diz boyuydu’ o günlerde, her şey tahmin edilenden zor yürüyordu. Dergi dağıtımı için farklı zamanlarda iki minibüs aldık ama, yine aynı sebeplerle ikisini de bir süre sonra elden çıkarttık.

   

Hizmetler paradan çok ihlâsla yapılır. En tanınmış holdinglerin aciz kaldığı şeyleri Rabbimizin yardımıyla başaran ‘ZAFER’in ‘mal varlığı’ olarak, şu anda elinde ‘sadece bir’ bina var. O da küçük boyutta bir ‘Kültür Merkezi’… 99 depreminde yıkılan bir binanın yerine inşa edilen… Başka ne bir bina ne de milyon dolarlar…

Saydığımız bütün bu zorluklara rağmen, (hiç sekteye uğramadan) bir dergi 40 yılı aşkın süredir çıkıyorsa ve belki yüz binlerce insan bu dergiyi hâlâ dualarla yâd ediyorsa, bunun ihlâsın dışında ne gibi bir açıklaması olabilir?

O yıllarda ne bilgisayar vardı, ne de yayıncılar için çok büyük bir nimet olan ‘internet’ adlı icat. Ne akıllı ne de akılsız telefonlar. Kullandığımız tek alet, atalarımızdan kalan sabit telefonlardı. Bir de daktilolar vardı, tuşlarına her basışta çat-pat sesleriyle kafamızı şişiren… Şeritleri ikide bir tükendiğinden (yani mürekkeplerini kaybettiğinden), tuşlara bassanız bile kâğıt üzerinde hiçbir iz bırakmayan…

Her ayın sonuna doğru dergiye girecek yazılar ortaya çıkınca, yanımızdaki gençlerden birini çağırarak:

“Hemen otobüse binip İstanbul’a git! Yazıları oradaki büromuza teslim et! Uğur Canpolat Abin, onları dizgiye verip sana teslim edecek. O iş yarına biter. Dizgileri alır almaz tekrar otobüse binip Adapazarı’na dön! Fakat bu sırada sakın dizgileri kaybetme, aksi halde derginin çıkması gecikir. Sen de İstanbul yollarından dönemezsin.” derdik.

‘Dizgi’ dediğimiz şey, yazıların matbaada beyaz ‘kâğıt şeritler’ üstüne yazılmasıydı. O şerit de bir rulo hâline getirilirdi. Üç sayfalık bir yazı, yaklaşık 1 metre boyunda oluyordu. Şerit genişliği ise 5’le 15 cm arasında değişiyordu. İstanbul’a gönderdiğimiz delikanlı, ertesi gün geç saatte Adapazarı’na dönüp yanındaki ruloları bize teslim ederdi. Onları teslim alınca bütün ruloları tek tek gözden geçirip, dizgi yanlışlarını düzeltirdik. Eğer o ayki dergiye 30 yazı girecekse, uzunluğu 50 ile 100 metre arasındaki bir ruloyu incelemek zorunda kalıyorduk. Bu iş tamamlanınca, gençlerden birini tekrar yanımıza çağırıp:

“Hemen otobüse binip İstanbul’a git! Tashihleri oradaki büromuza teslim et! Enver Yorulmaz Abin, yanlışları düzelterek sana teslim edecek. O iş yarına biter. Dizgileri alır almaz tekrar otobüse binip Adapazarı’na dön! Eğer tashihleri kaybedecek olursan…”

Gerisi malum…

Delikanlı 2 gün sonra dönse bile, çok kısa bir süre sonra tekrar İstanbul yollarına koyulurdu. Çünkü ‘renk ayrımı’ için bu sefer de çok sayıda resim gönderilirdi. Çekilen sıkıntı bu kadarla kalmazdı elbet. Arkasından ‘sayfa düzenleri yapılır, bunun için o gence tekrar iş düşerdi. Daha sonra bir kez daha yuvaya dönüş, bir kez daha otobüs yolculuğu…

Üstat Hazretlerinin buyurduğu gibi, bizler (dergi konusunda) biraz acele edip kışta geldik. Şimdiki şanslı nesil, eğer bir yazının basılmasını istiyorsa, onu kendi elleriyle tashih edip yayın evine gönderiyor. Bunu yapmak için de, çayından bir yudum alıp onu yutana kadar, ‘gönder!’ düğmesine basıp bu işi hallediyor.

Hepsi o kadar...

Selim Gündüzalp, dergide bir orkestra şefi gibiydi. ‘Akılsız telefon’larla son derece akıllıca işler başarıp, Türkiye’nin dört bir yanından yazar bulur, onları tatlı diliyle harekete geçirir ve hangi konuda yazması gerektiğini söyleyip yazıları tamamlamaya çalışırdı. Fakat o günlerde yazar sayısı azdı. Veya Zafer Dergisi’ne girecek yazıların yazılması zordu. Bir de şu vardı tabi: Paramız olmadığından yazarların hiçbirine ücret ödenmiyordu. Zaten işin içine ‘ücret’ girdiğinde, bu işin sırrı bir anda kaçabilirdi. Bu bakımdan dışarıdan gelen yazılar, derginin sayfalarını doldurmuyordu. Bunun formülü de belliydi tabi: ‘Dergideki yazarların farklı isimler altında makale yazmaları…’

Hani ‘müstear isim’ deniyor ya! İşte o türden.

Selim Gündüzalp’in 4 (belki de daha fazla), benimse 3 müstear adım vardı. Fakat işin garip yanı hanım isimleriyle de yazılar yazmamızdı. Tuba’sından Merve’sine, Ayşe’sinden Fatma’sına tüm isimler serbesti… Seç seçebildiğini…

Allah bizi affetsin. Fakat derginin çıkması gerekiyordu. O kadar erkek yazarın arasında üç tane de hanım yazar bulunsa, diğer hanımlar da yazmak için şevke gelirdi.   

Laf meclisten dışarı… Hani halk arasında: “Kel ölür sırma saçlı, kör ölür badem gözlü.” falan deniyor ya! Geçerli bir sebep yokken Selim Gündüzalp’i methettiğimi zannetmeyin. Belki yüzlerce kişi çok yakından şahittir ki, onun hafızası ‘inanılmaz’ boyutlardaydı. Ve birçok özelliği gibi bu da insanları hayrete düşürürdü.

Ufacık bir örnek versem eminim ki siz de şaşacaksınız:

41 yıl önce çıkmaya başlayan ‘ZAFER’, bu yılın Ekim ayında 490. sayısına ulaştı. Her dergi 60 sayfa olduğuna göre, (Gerçeğe Doğru’ serisi ile birlikte) bunlar en az 30 bin sayfa tutuyordu. Yani en az 60 ciltlik bir kütüphane… Selim Gündüzalp, bu kadar sayfa içinde hangi yazının nerede, hangi yılın hangi sayısında yer aldığını, o sayfada bulunan resimleri; o yazıdan önce veya sonra gelen yazıları hiç düşünmeden ‘şıp!’ diye söylerdi size.

Onun bu ‘Allah vergisi’ kabiliyeti, Risaleler için de aynen geçerliydi. Hangi eserden olursa hiç fark etmeden, risalelerin içinden tek bir cümle alarak ona söyleseniz, o cümlenin yer aldığı kitap ismini, sanki görüyormuş gibi bölüm-bölüm, satır-satır tarif ederdi. Onun bu hafızasından özellikle son yıllarda çok faydalandım. İnternete girmeye biraz üşenince, hemen onu arayarak ‘Gogol Baba’yı hasetten çatlatıyordum.

Selim Gündüzalp, son derece neşeli ve şakacı bir insandı. Onun bu neşesi hepimize yansırdı.

Kendisine arada bir telefon edip:

“Günahların, saçların kadar fazla.” derdim. Gülerdi tabi. Daha sonra yine saçlarından esinlenerek, onun için kısa bir öykü yazdım. ‘On Birinci Gün’ adlı öyküydü bu. Ve onu gözyaşlarıyla okumuştu.

40 yıl sonra şunu şükrederek gördük ki, ‘ZAFER’ Allah’ın izniyle inanılmaz derecede büyük bir hizmet yapmış. Fuarlara gelenlerin önemli bir bölümü, (kendi ifadeleriyle) her yazıyı ezberlercesine okumuş, şu fırtınalı asırda onlarla moral bulmuş ve bu yazılar sayesinde merhametli Rabbimize her geçen gün daha da yaklaşmışlar.

Selim Gündüzalp’in bunda o kadar büyük bir hissesi var ki…

Allah ondan ebediyen razı olsun… 

Televizyon kanalları onun değerini ‘çok geç’ fark etti ama, fark ettiklerinde de çok geç oldu. 

Şimdi şöyle düşünmemek mümkün değil elbette:

Neden bu hatalara sık sık düşüyoruz? 

Yaptıkları sohbet için yüz binlerce lira değil, sadece Allah rızasını talep eden ve her şeyiyle ‘bizden olan’ değerlerimize neden sahip çıkamıyoruz?  

‘Göz göre göre’ mahvolan nesiller, ‘paraya âşık’ olan kişilerle değil, Allah’a ve Resulüne âşık olan kahramanlarla kurtarılır.     

 

Bu satırları, 14 Eylül 2017’de, en son kaleme aldığım “Bediüzzaman’a Göre Cennet Nasıl Kazanılır?” adlı kitap bittikten sonra yazıyorum. 

Hatta ‘Önsöz’ bile bittikten sonra… Fakat ‘yazacak bir şey’ kalmışsa geride, siz ‘bitti’ deseniz bile kitap bitmiyor. 

 Aylar boyu dualarla yazdığım satırlar ‘bana göre’ tamamlanınca, Selim Gündüzalp’e telefon edip:

“Kitabın önsözünü yazar mısın?” diye sordum. 

Hiç nazlanmadan:

“Yazmaz olur muyum Abi! Seve seve yazarım.” cevabını verdi. Ve birkaç gün sonra mail atıp önsözü postaladı. Bu arada benden dua da istiyordu.

O yazıyı okuyunca kendisine yeterince dua ettim mi acaba, bilemiyorum.

Fakat 13 Eylül de, binlerce kişiyle birlikte dua ettim ona. Üstelik de kabrinin başucunda…

Adapazarı’nın ‘Emirdağ Kabristanı’na defnettik onu. Türkiye’nin dört bir köşesinden gelen ‘gönül dostları’ ve onu ‘Allah için’ seven yüz binlerce insanın dualarıyla birlikte…

Aceleci adamdı… Bir hayatın nasıl yaşanması gerektiğini ve o kısa hayatla nasıl ebedî bir saadete kapı açılacağını ispat ettikten sonra, “Ölüm son değildir!” deyip fazla beklemeden ayrıldı bu dünyadan.

63 yaşındaydı…

Mekânı Firdevs Cennet’i olsun inşallah.

 

***

FOTOĞRAF YAZISI

1970’li yılların sonunda çekilen harika bir fotoğraf... Sanki bir asır öncesine ait, biraz sararmış zaten.

En sağda Selim Gündüzalp, önünde telefonu. Ve sürekli olarak not aldığı bir defter…

Ortada Cüneyd Suavi, yanında da Ali Çankırılı duruyor.

Belli ki konuşan yine Selim Gündüzalp, karşısındaki gençlere hiç durmadan bir şeyler anlatıyor. Onlara tevhit dersi veriyor belki de, bütün hayatı boyunca yaptığı gibi.

İnsan yazacaksa onun gibi yazmalı, eğer konuşacaksa öyle konuşmalı…