TR EN

Dil Seçin

Ara

Arayıştan Adayışa

Arayıştan Adayışa

Seni tanıyalım, dedi. Kendimden emin bir şekilde, ben Selim. Seni tanımlayacak daha iyi bir cümlen yok mu, dedi. Şimdi soğuk bir sohbetin içine bir buz kristali de ben atacaktım. Var elbette, dedim. Öğrenciyim işte.

Seni tanıyalım, dedi.

Kendimden emin bir şekilde, ben Selim.

Adının önemi yok dedi. Ha Selim, ha Mehmet, ha Ayşe ne fark eder. 

Doğru, aslında fark etmezdi. Hem adımı veren dedemdi. Belki babam verseydi adımı, Hüseyin olacaktı. Galiba haklıydı. 

Seni tanımlayacak daha iyi bir cümlen yok mu, dedi. 

Şimdi soğuk bir sohbetin içine bir buz kristali de ben atacaktım. Var elbette, dedim. Öğrenciyim işte. Anne-babamın oğlu, dedemin torunuyum. Hem ilerde mühendis olacağım. Çok para kazanacağım. Aileme güzel bir gelecek hazırlayacağım. Evlerim, arabalarım olacak. Belki bir fabrikam, işçilerim. Vatanıma, milletime, aileme hayırlı bir evlat olacağım. 

Sonra?

Sonra emekli olacağım. Yazlığıma çekileceğim. Ailemle güzel vakit geçireceğim. Hayatın yorgunluğunu atacağım üzerimden. Böyle işte.

Sonra?

Sonra da herkes gibi öleceğim. Mezar taşım olacak en kaliteli mermerden. Sevenlerim üzülecekler arkamdan. Ne iyi adamdı, diyecekler.

Bütün hikâyen bu mu yani, seni sen yapan, başını yastığa koyduğunda düşlediğin hayat mı? Ya da şu anda kurduğun üç beş cümlecik hayalden mi ibaretsin?

Yine mi haklıydı. Elbette ben bunlardan ibaret olmamalıydım. Zaten biraz zaman kazanmak için bir anda söyleyivermiştim tüm bunları. 

Yönelttiği her soru zihnimin karanlıklarında bir şimşek gibi çakıyor ve her soruda biraz daha kayboluyordum benliğimin bilinmezinde. Yolum karanlıktı. Bir ışık arıyordum benliğimin aynasında kendimle yüzleşebilmek için. Ama o ışık yoktu işte.

Şems, yani Güneş. Işıktı Mevlana için. Ne demişti: Beni ara ve bul. Şems, Mevlana’da arayışın adıydı. 

Leyla Mecnun’da, Şirin Ferhat’ta. Hem ne diyordu Yunus: Bir ben vardır bende, benden içerû.

Peki unutalım bütün bunları, dedi. 

Sen… “Benim” diyebileceğin, sahibi olduğunu düşündüğün fikir, eşya, dost, arkadaş… Her ne varsa. Aslında hiçbirine sahip olmadığını anladığın gün kendinle yüzleşebilirsin, dedi. 

Hemen aklıma Molla Kasım geldi. O şöyle diyordu: “Hayatım boyunca hep çok şeye sahip olmayı değil, az şeye ihtiyaç duymayı istemişimdir.” Mutluluğu yakalamanın sırrı az şeye ihtiyaç duymak olsa gerek.

Arayışındır seni sana götürecek olan, sahip olduğunu düşündüğündür, seni senden uzaklaştıran.  Sartre’da kendi felsefesini özetlerken “varoluş özden önce gelir” diyecekti. Önceden bir nesne gibi verilmemiştir insana varoluşu, yapılmak ya da oluşturulmak üzere mutlak bir sorumlulukla sunulmuş bir kaynaktır. 

Heidegger, “insanın özü varoluşundadır” demekteydi.

Öz; basit olarak, bir şey ne ise onu o şey yapan şeydir, dedi. 

Peki ya senin özün ne? Seni sen yapan, işte bu benim! Diyebileceğin argümanın ne?

İşte ben böyle bir tanışma dersinde kaybettim kendim sandığım kendimi. Artık beynimin bütün sokakları karanlıktı. Bütün ışıklar sönmüş, çok emin olduğum kendim artık kaybolmuştum benliğimin dehlizlerinde. 

Geç olmuştu bunu sormak belki ama, sahi kimim ben? Benim varoluşumun sebebi ne? İnsanın ve dünyanın varlığının sırrı henüz ortada öylece durmakta iken, ben neden hep başka işlerle meşgul oldum.

Çıkar ve tutkularının baskısı altında bulunan insanlar kendi işleriyle uğraşırlar. Ve adarlar kendilerini işlerine, sahip olduklarına(!), bir gün bırakıp gideceklerine ya da bir gün kendisini bırakıp gideceklere, dedi. 

Varoluşçu felsefe şöyle der: Şeyler vardır, ancak onlar var olduklarından habersizdirler. Şeyler vardırlar, ancak varoluşa sahip değildirler. Şeyler “kendilerinde”dir, ama “kendileri için” değildirler. Şeylerin var olduklarını, kendimin var olduğumu bilen benim ve bu anlamda şeyler ve kendim, “benim için”dir.

Ben? 

Ama ben henüz kendimi tanımıyorum ki? Varlığımı “şey” olmaktan kurtardım mı ki? 

Nesnenin öznesi miyim, öznem mi nesneler? 

Arayışın, adayışında gizlidir. Kendini arıyorsan, kendini neye adadığına bak, dedi. 

Hani: “insan olmanın onurunu taşımak, onun için savaşmayı gerektirir” diyordu ya Albert Camus Veba’sında. 

Ve yıllar sonra bir mabedde buldum hayatın anlamını. Bir yakarış, iki damla gözyaşı… Ve anladım ki; aradığım ben, ben değil, bendeki O imiş. 

Niyazi Mısri’nin ifadesiyle: 

Derman aradım derdime

Derdim bana derman imiş

Bürhan aradım aslıma

Aslım bana bürhan imiş.