TR EN

Dil Seçin

Ara

Hazanlı Vakitler

Hazanlı Vakitler

Bir sonbahar sabahı, parkta, tahta bir masa üzerinde Yaradanın ilmi, izni ve iradesi ile takdir buyurduğu zamanda yeşertildiği daldan, yine Onun ilmi, izni, iradesi ile takdir buyurduğu—ne erken ne de geç—vakitte, bir karga dalaşının ortasında kalmadı ise, büyük ihtimal, baştan çıkarıcı bir rüzgârdan sebep kopuvermiş, rengi solmuş, bedenini meydana getiren ve her biri bir muhteşem fabrika, bir tezgâh misali tıkır tıkır işleyen doku ve hücrelerine kadar dağılmış, parçalanmış, geriye köhne mezarlıklarda insan ölülerini hatırlatan bir kuru iskelet ile kalakalmış bir yaprak gördüm. 

“Şimdi ne yapmalıyım?” dedim. Bu eylül vediasına bakıp bakıp, firaklı elemlerle, yetimâne ağlamalı mıyım?

Yok efendim! Kat’a ve asla! 

Çünkü bu hazanlı vakitler, kalbime bir keder, bir hüzün vermedikleri gibi, bir tesellî ferahlığı, bir huzurlu rahatlık, bir lahutî neşe hissi yaşatır bana. 

Sanki düşen her bir yaprak, Küllü men ‘aleyhâ fân (Yeryüzünde her ne varsa gelip geçicidir) söylerken, sıranın kendilerine geleceğinden emin, ağaç dallarında salkım saçak bekleyenler, korku ile değil helecanlı bir neşe ile, evvel giden ahbaplarının arkasından, Ve yebkâ vechu rabbike zülcelâli ve’l-ikrâm!  (Ancak sonsuz büyüklük ve ikram sahibi olan Rabbinin Zatı bâki kalır. –Rahman Sûresi, 26) diyerek ona teselli edici bir veda ederler, hep bir ağızdan...

Ne bir hüzün, ne bir keder, ne de bir elem hissetmem. Ne kadar hüzün, ne kadar keder ve ne kadar firaklı elem varsa, hepsi geride kalmıştır artık. 

Ellerim cebimde, dudaklarımda dünyanın bu fena ve fanî yüzüne karşı bir alaycı üfürük, yüzümde kalender bir tebessüm, “Aha geldim, aha da gidiyorum! Yemişim dünyanızı sanki kalmaya gelmişim!” diyerek, merdane geçerim sonbaharlardan! Küllü men ‘aleyhâ fân...