Ehliyet sınavına hazırlandığım sıralarda trafik işaretleri çok ilgisini çekmişti. Kitapçığı kurcaladıkça o küçücük parmağını koyduğu her yeri bana gösterip bilmiş bilmiş “Bu işaret ne demek anne, peki ya şu işaret ne anlama geliyor söyle bakalım?” diyordu. Aklınca beni imtihan ediyordu. Oğlan çocuğu sonuçta; arabalara, yollara merakındandır demiştim o gün. Meğer işaretlerin cümlesi benim oğlanın ilgi alanıymış da haberim yokmuş.
Geçenlerde de ders kitabında noktalama işaretlerinin olduğu bir sayfayı bulup geldi yanıma. Testte çıkan soruyu yapmış ama aklına takılan bazı “noktalar” varmış. Büyük bir ciddiyetle meseleyi masaya yatırdık. Nokta, virgül, nedir; iki nokta neden üst üste gelir? Vay efendim üç nokta yan yana gelmese n’olur? Virgül ne işe yarar; iki nokta niye var, soru işareti sırf cümlelerin sonuna mı konur? Sordu da sordu.
“O çocukça sorularını sordu ben de güzelce anlattım, konu kapandı. Sorular bitti. Kitabı rafa kaldırdık.” demeyi çok isterdim çünkü konu konuyu açtı. Ülke bayrakları üzerindeki işaretlerden bir girdik, haritalardaki işaretlerden çıktık. İyi de oldu ama bu sefer de benim içimde adını koyamadığım bir huzursuzluk kaldı. Bir şey takıldı aklıma ama çıkarabilene aşk olsun. Hani, evden çıktıktan sonra hep bir şeyi unuttuğunuzu düşünürsünüz de bir türlü neyi unuttuğunuzu hatırlayamazsınız ya işte tıpkı öyle bir huzursuzluk peyda oldu içimde. Çehov’un “Ünlem İşareti” adlı hikâyesi geldi aklıma. Kitaplar sayfaların evi, cümleler odalarıysa cümlelerin koridorlarında gezinen ya da kelimelerin ardına düşen bu noktalama işaretlerine de bir benzetme gerekmez mi diye düşündüm.
İşaretlere sözlerin gelip geçici misafirleri mi demeli yoksa evin gerçek sahipleri mi? Birçok ifadenin zihnimizde canlanmasına yardımcı olan bu işaretler olmadan, yazılanları nasıl okur insan merak ettim.
Kalemin ucuyla hafifçe dokunduğumuzda kâğıdın üzerinde kalan iz, şu bizim adına nokta dediğimiz işaret olmasaydı ne olurdu mesela? Kapladığı yer açısından hepsinden daha küçük ve daha sıradan görünen o boyuna bile bakmadan koskoca romanları hatta dağ gibi olayları bitiren, nâmı bitmekle bilinen, adeta bitti demenin işarete dönüşmüş hâli olan nokta olmasaydı ne yapardık?
Nereye koyulacağının bilinmemesi durumunda sadece cümlenin değil başlanılan hiçbir şeyin bitirilememesine neden olan, cümlelerin içinde oraya buraya savrulmuş bütün virgüllerin dağıttıklarını anaç yanıyla toparlamaya yarayan nokta olmasaydı, nasıl anlatacaktık kendimizi acaba? Öyle ya konular dallanır budaklanır da asla bir yere varamazdık.
…
Nereden bakılırsa bakılsın bütün işaretler noktadan doğar. Belki de sırf bu yüzden işaretlerin içinde en çok noktanın adını anarız. Ünlemin ya da soru işaretinin içinde adı anılmasa bile varlığıyla karşılaşmamız da hep bunun bir ispatıdır. Nokta, tek başına sınırlı bir hâkimiyetin imparatoruyken, yan yana gelip üç tane olduğunda bir bakıma köleleri özgürleştirir. Demem o ki üç noktaya dönüştüğünde de yabana atmamak lazım.
Bitmemiş cümlelerin sonuna gelmesiyle meşhur, aşk mektuplarının sonuna konulduğunda destanlara denk gelen, kırgınlıklarda “ne sen sor ne ben söyleyeyim” sözünü özetleyen, sayesinde okuyanın da yazanın da hanesinde ziyan olarak yazılmasın diye edebine bir hudut çizdiğini belli eden, sitemli bir notta birçok kalp kıracak söz yerine geçen, söylenmek istenmeyen durumlarda muhatabının hayaline emanet edilen o üç tane minicik nokta da olmasaydı eğer cümleler bunca şeyi anlatmak için çuval çuval harfi yüklenirdi.
…
Nokta her zaman yan yana değil bazen de üst üste gelir. Bu sefer de yazılanlar bambaşka bir hâle tercüman olur. Tokmağın vurulduğu ve “Gereği düşünüldü, karar!” denilen andan hemen sonra gelir.
Üst üste olan iki nokta, çoğu kez hazırolda durur çünkü yükselecek seslerin habercisidir. Bazen de “Hayat dört şeyle kâimdir, derdi babam: su, ateş ve toprak ve rüzgâr.” derken lazım olur.
…
Nokta, bir de ünlem işaretinin altına kurulur. Kızdığımız, alay ettiğimiz, korktuğumuz, öfkelendiğimiz, sevindiğimiz zamanlarda ete kemiğe bürünür de sanki sesimiz, yüzümüz olur. Peki, ya olmasaydı? Olan en çok Sait Faik öykülerine olmaz mıydı?
“Hişt hişt!” sesi, ünlem işareti olmadan hem öksüz hem yetim kalmaz mıydı?
…
Şu noktadan bozma virgüle ne demeli? Hem bir ‘mola’yı hem de ‘son’u saklar içinde; hayat gibi. Hem durmayı hem devam etmeyi salık verir. Bir nefeslik müsaade ister ya da “Biraz yoruldum, ara vermek istiyorum.” demenin başka bir şeklidir.
…
Peki ya her işaretin içinden çıkan o nokta, bir çengelin altında sallanıp soru işaretini oluşturmasaydı ne olurdu? Aklımıza takılan çengeller, bizi istediği yöne sürüklerdi. Kafamıza yatmayan şeyleri sormanın ne tadı kalırdı ne tuzu! Karşımızdan bir cevap beklediğimizi nasıl anlatır, şüphe duyduğumuzu neyle ima ederdik; itimat edilmeyen bir fikri, hangi işaretle ifade ederdik?
…
Tamam tamam, huzursuzluğumun sebebinin ne olduğunu şimdi anladım. O, unuttuğumu sandığım şeyi de buldum. Ben bunların hepsini, ders kitaplarında yazıldığı gibi anlattım çocuğuma. Bir iki cümle de ben eklemeden, orada yazıldığı gibi boca ettim resmen aklına. Laf lafı açınca da nasıl olmuşsa asıl demek istediklerim arada kaynamış.
Henüz yaşı küçük, anlamaz diye sonraki zamanlara ertelediklerim de içime dert olmuş meğer yeni fark ettim. Öyleyse şimdilik ben de bir virgül koyma hakkımı kullanayım, büyüdüğünde bütün işaretlerin hayatındaki yerini ona tek tek anlatıp noktasını da koyarım umarım.