TR EN

Dil Seçin

Ara

“Haşafini Kürümüşünü”

Yorgun argın eve dönmüştüm. Oğlum, beni yuvarlak ponponlu patikleriyle, tombul yanaklarıyla yusyuvarlak karşıladı. Merdivenin başında idi. Başı biraz öne eğili, elleri böğründe...

Aşağıdan seslendim:

Kuzum benim!..”

Ve hemen bir kaç basamak atlayıp yanına vardım. Öne eğili başını salladı. Tombul yanakları içinde kırmızı bir damla gibi duran dudağını çarpıttı:

Haşafini kürümüşünü.”

Ne... Ne?..”

Bu sefer kelimelerin ve hecelerin arasını açarak bana anlatmak istedi:

Ha... şa... fini... Kürü... mü... şü... nü...”

Yeni yeni konuşmaya başlayan oğlum, bu kelimeyi nereden öğrenmişti. Bu Çince miydi, Japonca mıydı?

Âni bir kahkaha ile sarsıldım. Bütün yorgunluklarım, düşüncelerim kurumuş yapraklar gibi döküldü.

Dinç ve çevik bir hamle ile iki kolundan tutup havaya kaldırdım. O, bu gülünç, mânâsız kelimeyi ciddî ciddî tekrar etti:

Haşafini kürümüşünü.”

Kelimeler gökten zembille inmiş değil ya... Onlara bütün mânâlarını veren, söyleyenlerin dudakları, işitenlerin anlamaları değil midir?

Her kelime havadaki dalgalanmasını kaybedip, şuurumuzun enginlerine daldığı dakikada, bütün âfâkiliğinden sıyrılıyor. O artık bizim malımız oluyor.

O anda bütün yorgunluklarımdan, üzüntülerimden kurtulduğum için mi, bilmiyorum neden, ben bu kelimeye, içe ferahlık veren bir teselli, her ıstırabı akıllıca karşılayan bir kayıtsızlık mânâsını verdim: Bu da geçer yahu!

Bana bu kelimeyi bir şifa iksiri gibi sundun oğlum!

Ne zaman yorulsam, sıkılsam, yuvarlak ponponlarınla, tombul yanaklarınla sen gözümün önüne geliyorsun.

O zaman bütün bu ıstıraplara meydan okuyorum:

Haşafini kürümüşünü.”