TR EN

Dil Seçin

Ara

Değerimiz ve Görevimiz

Değerimiz ve Görevimiz

O bahtiyar kul, varlığında tecelli eden her bir İlâhî isimle ayrı bir rahmete mazhar olmuş, ayrı bir şeref kazanmıştır. Bunların her biri için Rabbine ayrı bir şükürde bulunur.

İnsanoğlu kendi cüz’î ilmi ve cüz’î kudretiyle ortaya koyduğu eserlere bakarak övünür. Bu konuda başkalarından daha ileri gitmiş olmanın zevkini tadar. Nur Külliyatı’nda insanın yaptığı bütün bu işler onun “fiil ciheti” olarak zikredilir ve insanın asıl değerinin bu fiillerde değil onun “infial ciheti”nde olduğu önemle nazara verilir. İnfial, “fiili kabul etmek, kendisinde bir fiil icra edilmek” demektir.

İşte insan Allah’ın ihya yani hayat verme fiiliyle hayatların en mükemmeline kavuşmuş, tasvir fiiliyle kendisine en güzel bir suret takılmış ve ruhuna takılan birbirinden değerli nice duygularla ve hissiyatla ahsen-i takvim makamına erişmiştir. 

İnsanın gözlük yapması onun fiil cihetidir, Allah’ın ona bir çift göz takması ise infial cihetidir. Keza, insanın bir ev yapması onun fiil cihetidir, bedeninin ruhuna en münasip bir hane olarak yaratılmış olması ise onun infial cihetidir. Örnekler artırılabilir. 

İşte insan, bu infial cihetinin şuurunda olursa kalbinde iman nuru parlar. 

“…İman bir intisaptır. Öyle ise, insan, iman ile insanda tezahür eden sanat-ı İlâhiye ve nukuş-u esmâ-i Rabbâniye itibarıyla bir kıymet alır.” (Bediüzzaman, Sözler)

Nisbet ve intisap… Birisi hakkında “O zat falan hocanın talebesidir.” dediğimizde o kişiyi o âlime nisbet etmiş oluruz. O kişi “Ben falan hocanın talebesiyim.” dediğinde ise kendisini o âlime nisbet etmiş olur ve bu bir intisaptır; yani söz konusu nisbeti kabul etmektir. 

Müminin “Ben Allah’ın kuluyum” demesi bir intisaptır. İmandaki bu intisabın esmâ-i hüsna adedince alt şubeleri vardır. Bir mümin kendi hayatını Allah’ın bir ihsanı bilmekle Muhyi ismine intisap etmiş olur. “Benim suretimi Rabbim takdir etti.” dediğinde Musavvir ismine intisap etmiş olur. Aynı şekilde, organlarına ve duygularına takılı sayısız faydaları düşündüğünde, ben Allah’ın hikmetinin en mükemmel bir tecellisiyim demekle Hakîm ismine intisap etmiş olur. 

Böylece o bahtiyar kul, varlığında tecelli eden her bir İlâhî isimle ayrı bir rahmete mazhar olmuş, ayrı bir şeref kazanmıştır. Bunların her biri için Rabbine ayrı bir şükürde bulunur.

… 

Bilindiği gibi intisap etmenin ikinci adımı itaat etmektir. Bir sultana intisap ederek “Ben senin raiyetinim.” diyen kişi, o sultanın emir ve yasaklarına uymayı da peşinen kabul etmiş demektir. Bunun içindir ki müminin sıfatlarını ders veren birçok âyet-i kerîmede imandan hemen sonra salih amel zikredilir. 

Allah’a imanla şereflenen bir kişi, “Rabbine nasıl şükür ve ibâdet edeceği” sorusunun cevabını da imanın diğer iki rüknünde, yâni kitaplara ve peygamberlere imanda bulur. İşlerini, hareketlerini, düşüncelerini ve ahlâkını Kur’ân’a göre tanzim etmeye ve bu konuda yegâne rehber olan Allah Resulüne (asm) mutlak manada itaat etmeye başlar. Böylece iman şerefine, salih amel ve güzel ahlâkı da ilave etmiş olur. 

Salih amel “kazanç elde etmek”, takva da bu kazancı “korumasını bilmektir”. Aksi halde insan bütün kârını kaybedebileceği gibi, bazen büyük zararlara da uğrayabilir. 

Bir mümin, kendine düşen üç temel görevi yani imanı, sahih ameli ve takvayı yerine getirdikten sonra, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a tevekkül etmekle kalb ve ruh âleminde rahat ve huzur bulur. Mahlukat âleminden gelecek zararlara ve tehlikelere gereğinden fazla önem vermez. Hava âlemini O’nun emrinde bilir, fırtınadan korkmaz. O unsurun cansız ve iradesiz olduğunu, kendi başına hiçbir icraat yapamayacağını çok iyi bilir. 

Deniz, Allah’ın bir mahlûkudur. İnsanın tansiyonunun yükselmesi gibi, dalgaların fırtına ile yükselmesi de bir hadisedir. Denizi yapan başka, bu hadiseyi yaratan başka olamaz. O halde, denizin sahibine iman ile intisap eden bir mümin, dalgalardan korkmaz. Allah’ın Hakîm isminin gereği olarak tedbirini alır, ancak çok iyi bilir ki deniz kendiliğinden ona bir zarar dokunduramaz. 

İnsanın başına gelen bütün korkutucu ve zarar verici olaylar da böyledir. O olaylar da kendi başlarına buyruk değildirler. Üstadımızın buyurduğu gibi, “Her şeyin dizgini O’nun elinde, her şeyin hazinesi O’nun yanındadır.”

O’nun izni olmaksızın ne ağaç meyve verebilir, ne de su insanı boğabilir. Ağacın bakımını iyi yapan bir bahçıvan onun meyvelerinden faydalandığı gibi, yüzme bilmeden denize giren insan da onun dalgalarında boğulur. Rızkı veren de Allah’tır, ölümü yaratan da. Kul ise kendi iradesine bırakılan işlerde sadece görevini en iyi şekilde yapmak durumundadır. 

Böylece bir hayra ulaştığında çok iyi bilir ki “Her hayır Allah’ın elindedir.” Ve bu güzel netice de O’nun ihsanıdır. Yanlış yoldan giderek zarara uğradığında da yine çok iyi bilir ki, bu şerri yaratan da Allah’tır, şu var ki yanlış yola sapmakla bu şerri o insan istemiştir.