TR EN

Dil Seçin

Ara

Babama...

Babama...

“Kurban olam kalem tutan ellere” diye girince şarkıya, aklıma sen geliyorsun demiştin. Beni eli kalem tutan, hem de kurban olunacak kadar güzel tutan bir kız olarak gördün hep. Öyle ya, emri hak vaki olup çantandan hatıralar çıkınca benim alelade yazdığımı düşündüğüm, on sene evvelki mektupları özenle katlayıp sakladığını gördüm. Belki en çok ellerimin kalem tutmasını sevdin…

Gecenin tüm soğuğunu içine çekmiş denize, sabah erkenden gidip birden atlarsın da teninin tüm zerreleri ürperir. Suya alıştıktan sonra da, bir başkasına serin gelmesini anlayamazsın ya hani… “Ölüm” seninle öyle bir manaya aktı. Kalbinin durduğunu duyduğumda hissettiğim uğultu, henüz iki saat önce seni çok seviyorum deyip çıktığım yoğun bakımın kapısından morga inene kadar geçen zaman, morgun önü, insanlar, insanlar ve yeniden insanlar…

“O bizim de babamızdı” diyen yüzlerce insan… Dalı kırılan, kolu kırılan, yetim kalan sadece biz değildik. Komşuların, dostların, hayatında seninle sadece bir saat muhabbet eden birinden, seni annesinden-babasından dinlemiş olan küçük çocuklara kadar, senden büyükler dahil bize başın sağ olsun derken aslında herkesle ortak bir yetimliğe ağlıyorduk.

Morga inene kadar geçen zaman, morgun önünde beklerken geçen zaman, seni içeride gördüğüm zaman, herkesin birbirine sarıldığı zaman, ağızdan çıkan her sözün havada asılı kaldığını gördüm. Her cümle havayla temas eder etmez buz kesiyor, bir müddet havada durup yere düşüyor, düşerken de vazonun parçalanması gibi bir ses çıkartıyordu.

“Biraz sussak mı?..” Sussak belki yerle bir olmaz etraf, belki bu kadar kırığa basmak zorunda kalmayız, belki sussak düşmez vazolar, belki çiçekler örselenmez, belki korkmaz çocuklar, belki babam ölmez, belki de “tüh tüh vah vah” belki de “zor, çok zor” olmaz, belki de Allah sabır verir, belki, belki, belki Allah cennette kavuşturur, âmin…

Son kez alnına değen dudağımda kalan soğukluk ve sonrası, son okuduğun kitabın arasına koyduğun kurşun kalem, o ayki hatminde kaldığın Hicr suresi, başucunda yarım kalmış sürahi, koltuğun, sırtını dayadığın yastığın aldığı şekil, hastaneden bir poşet içinde gelen eşyalar; saatin, pijaman ve tesbihin… Yiyemediğin pırasa yemeği, yiyemediğin dil balığı ve şam tatlısı…

Boynumla belim arasında kocaman bir delik açıldı senden sonra. Taziyeye gelenlerin beni tam ortasında boşluk olan biri gibi görüyor olmalarından dahi endişe ettim. Kuvvetli bir rüzgâr esiyordu, estikçe o deliğin tam içinden geçiyordu ve nasıl diyeyim, inlemek gibi bir şey miydi bu, içli bir ney gibi olmak mıydı bilmiyorum. Sadece kocaman bir boşluk, iç organlarımın yerinde güçlü bir esinti ve cereyan…

Gece boyu gecenin soğuğuna katlanmış bir denize, birden atladım sanki. Ürperdim, titredim, uyandım, ayıldım… Kuşluk vakti sakinliğinde bedenimin suya alışmasını bekledim; bazen çırpındım, bazen bıraktım. Nasılsın diye kıyıdan sesleniyor gibiydi herkes; sesimi ulaştıramazdım, anlatamazdım, çok soğuk ama içinde durdukça alışıyorsun diyemezdim.

Kıyıdan seslenmek ne kolay değil mi babacığım?

Ama güneş yükseliyor, su ısınıyor; yaşadıklarımız, hatıralarımız, beraberlik neşemiz, vuslat umudumuz bu denizi durultuyor, berraklaştırıyor. Serin değil mi diye soruyorlar kıyıdan, evet serin. Nasıl duruyorsun içinde diyorlar, evet zor. Ama durdukça alışıyorsun değil mi babacığım. Gün yürüyor çünkü, güneş çoğalıp suya değiyor, balıklar geçiyor ayaklarımızın altından. Ölüm seninle güzelleşiyor.

“Ben bu kalem tutan ellerle, beni senin kızın olarak Yaratan Allah’a kurban olayım babacığım...”