TR EN

Dil Seçin

Ara

Ölçüyü Tutturmak

Ölçüyü Tutturmak

Dr. Robin bana o gün laboratuvarda, belli bir bakterinin besininin nasıl yapılacağını gösteriyordu. Önümüzde laboratuvar tezgahının üstünde bir kâğıtta yazılı tarif vardı. Hoca parmağı ile tarifin bir satırını işaret ederek, “Bunu ölçmede biraz zorlanabilirsin,” dedi. “Tamam,” dedim ve devam ettik. Fakat içimden, “Alt tarafı terazi ile bir tozun gramını ölçmem gerek. Ne kadar zor olabilir ki?” diye düşündüm.

Ertesi günü laboratuvarda yalnızdım. Bütün gerekli alet ve malzemeleri toparladım ve besinleri tarife göre hazırlamaya koyuldum. Ölçüm yaptığım terazi oldukça hassas, etrafı camla çevrili bir laboratuvar terazisiydi. Camı açıp malzemeleri terazinin üstüne yerleştirip, tekrar kapatarak ölçümü yapıyordum. Ölçtüklerimi sırayla ocağın üstündeki cam kaba ekliyordum. 

Bir noktada Dr. Robin’in “Buraya dikkat et,” dediği kısma geldim. Ölçmem gereken miktar 0.001 mg demirli bir bileşik idi. Terazinin camını açıp küçük bir kâğıt kabı ortaladım ve darasını aldım. Sonra küçücük bir miktar alıp içine koydum. Camı kapatıp tarttım. Çok fazla çıktı. Camı açıp miktarını azalttım. Yine fazlaydı. Biraz aldım. Bu sefer de az çıktı. Böyle gide gele yaklaşık 20 seferde tartmam gereken miktarı tartabildim. 

Sağlıklı, genç, gözü gören, eli tutan bir insandım. Bu nasıl bu kadar uzun sürmüştü? Bir dönem boyunca haftada bir kez aynı işlemi tekrarladım ve beş kereden aşağı tam tartıyı tutturduğum olmadı. Bu küçük olay bana iki türlü ibret dersi verdi:

1.Tecrübeli bir hocanın söylediği hiçbir şeyi kulak ardı etme.

2. Yâ Rabbi çok şükür!

Bunu neden söylediğimi birkaç örnek ile anlatayım:

- Sağlıklı bir insanda bir litre kanda 10 nanogram adrenalin hormonu bulunuyor. Heyecanlanma, stres gibi durumlarda artıp 50 katına kadar çıkabiliyor. 1 gram 1,000,000,000 ng olduğuna göre, bu artışın gerekli olduğu bir durumlarda bu çok hassas ve ince ölçüm ve ayarı, Adl ve Mukaddir olan Allah’tan başka, kim nasıl yapabilir?

- Bir insanda yaklaşık 5 litre kan ve kanda 80 mg/dl glikoz bulunur. Bu bir tatlı kaşığından biraz az bir miktardır. Pre-diabetik olan bir kimsede bu miktar 100 mg/dl’dir. Bu da bir tatlı kaşığı kadardır. Şeker hastası birinde ise açlık kan şekeri 126 mg/dl’dir ki, 1 artı, bir çeyrek kaşık kadar eder. Yani şeker hastası olan ve olmayan iki insan arasındaki kan şekeri miktarı bir çeyrek tatlı kaşığı kadardır. Bu az farklı miktar şekerin çayımın içinde farkını anlamayacak olan ben, hesabı yapacak olsam kaç saat içinde şeker komasına girerdim acaba?

- Orta boylu bir erkekte vücuttaki normal demir miktarı 4 gramdır. Kadınlarda 3.5, çocuklarda ise 3 gram. Bu miktarlar azıcık bile düşse kansızlık olur ve hücreler yeteri kadar oksijen alamadığı için o insan hasta ve güçsüz düşer.

Bedende bu üç maddeden ne kadar fazla şey için giriş-çıkış ve kurulması gereken denge olduğu düşünülürse ne kadar az şükrettiğimiz de o nisbette anlaşılır.

Peki ya Allah, vücudumdaki hassas ölçülerin ayarını bana bırakmış olsaydı? Bir gün bile yaşayabilir miydim?

İnsan öyle komplike, öyle cami yaratılmış ki, onda ölçüsü tutması gereken şeyler sadece mineral, vitamin ve hormonlar değil. Duyguları, düşünceleri, istekleri, amelleri iki aşırı uç arasında gidip geliyor. Ömrünün her anında bütün bunlarda sırat-ı müstakimi tutturabilmek ne kadar zor. Ve bazı duygu ve karakter özellikleri arasındaki çizgi ne kadar da ince. Bir taraftan bir tarafa geçmek ne de kolay…

Mesela bir askerin, bir devlet adamının, bir imamın vazife sırasında gösterdiği izzet ve vakar güzel bir haslet iken, aynı tavrı evde eşine ve çocuklarına gösterirse gurur olur. Gurur ve vakar ne kadar yakın, aradaki sınır ne kadar ince…

Cesaret güzel şey. Her doğruyu her yerde bağırarak söylemek cesaret değil, belki bazen saygısızlık ve kalp kırmak… Ben cesurum diye gecenin bir yarısı bir hanımın Washington’ın arka sokaklarında yalnız gezmesi, cesaret değil aptallık.

Fıtri mütevazilik ne hoş. Zorla mütevazi olmaya çalışmak ne yakışıksız.

İnsanın kendi hakkında “bu fakir, bu hakir,” diye bahsetmesi güzel bir şey. Eğer gerçekten içinden geliyorsa… Yoksa enaniyetin kılık değiştirmiş bir gizli hali de olabilir. Peki ölçüsü nedir? Eğer biri gelip bana “Sen bir düşünce fakirisin,” dese ne yaparım? Hemen ferdî avukatlığa mı başlarım? “Aman Allah’ım! Benimle nasıl konuşuyor? Sensin düşünce fakiri,” diye lafı karşı tarafa mı yansıtırım. Ağlayıp, üzülüp, ümitsizliğe düşer, yani diğer aşırı uca mı kayarım? Yoksa bunu olgunlukla mı karşılarım? “Bir hatam varsa düzelteyim,” diyebilirsem, işte ilk söylediğim o söz de samimidir. Kendine en kötü laflarla hitap edip, bir gazetecinin en küçük bir eleştirisine tazminat davası açanların olduğu, bir iki küçük tenkit ile ailelerin, arkadaş gruplarının dağıldığı günümüzde bunu anlamak, fakat daha önemlisi hissedip yaşamak bizim gibi sıradan insanlar için ne zor.

Herkesin ölçüsü de terazisi de farklı… Tırları, tonları tartan terazi de var, elinin rüzgârından etkilenen kuyumcunun terazisi de. Herkes karakterini, davranışını, ibadetini, takvasını, günahını kendi terazisinde tartıyor. Bazı insan mütevaziliğinden kendinde olan güzel bir özelliği söylememek için frene basıyor, susuyor. Kimini övünce yüzü kızarıyor. Tasavvuf ehli ise bu gibi davranışlar için “Gururdandır,” çünkü “Bilerek susması, gizlemesi, yüzünün kızarması, aslında onun bu özelliği sahiplenmesindendir,” diyor. Yani insan, “Allah’ındır; O emaneten bana takmıştır, ikramdır, bugün bana verir, yarın alır başkasına takar” demiyor. Kendim ettim, başardım sanıyor. İşte belki de bu yüzden birçok Allah dostu kendilerine verilen kerameti gizlemekten çekinmemiş. Çünkü hiçbir zaman onu, kendi nefsine mal etmemiş.

İşte ölçü, tartı, aynı özellik, aynı davranış için nasıl da izafiyet kazanıyor.

Zayıfın kuvvetliye karşı izzet-i nefsi, kuvvetlide kibir; kuvvetlinin zayıfa karşı tevazuu, zayıfta zillet oluyor.

Laboratuvarda ölçtüğüm maddeyi, alıp yanlış kaba eklesem olmaz değil mi? İşte bu karakter özellikleri de öyle. Sadece dozunu ayarlamak da yetmiyor. Bir de doğru yöne kanalize edilmeleri gerekiyor.

Sevmek ne güzel; haram sevmek Samed’in aynası olan kalbi kirletmek...

Nefret etmek ne kötü; Allah için buğz etmek ne güzel…

Merhamet ne iyi; bir hâkimin zalime merhamet edip cezasını vermemesi ne kadar yanlış…

Savaş ne korkunç; izzet ve namusunu, vatanı, kadın, çoluk ve çocuğunu korumak için cihat ne aziz.

Dünya hırsı ne boş; ahiret için hırs ne kadar yerinde. 

İşte insanlara nasihat ederken de “nefret etme, sevme, düşmanlık etme…” demek ne kadar boş. İnsan nasıl değiştirsin fıtratını? “Duygularının yönünü değiştir, bakış acısını değiştir.” demeli.

Bu noktada modelimiz Efendimiz (asm). O kadar çekingen olmasına rağmen çarşı, pazar dememiş, fakir, zengin, dilenci, yönetici dememiş, tebliğine devam etmiş. Hiç israf etmemiş ama hep cömertmiş. İnsanların en iffetlisi olmakla beraber evlenmiş. Hanımları ile en güzel bir ilişki ve diyalog içinde olmuş. Emrinde on yıl bulunan bir çocuğu bir kez bile azarlamayacak kadar yumuşak, ama savaşta Hazret-i Ali gibi bir cengaverin onun arkasında saklandığı cesur yiğit olmuş. Ülke yönetmiş, savaş kazanmış; ama en çok hanımı Hazret-i Aişe’yi sevdiğini arkadaşları arasında söylemekten de, onunla oyun oynamaktan da çekinmemiş.

İşte belki bu ayarları evde, iş yerinde, sokakta, sürekli doğru yapmanın ve doğru yere yöneltmenin ve bu nefisle olan cidali her gün yaşamanın zorluğundan, Rabbimiz her gün namazda bize Fatiha’yı farz kılmış. “Allah’ım bizi sırat-ı müstakime ulaştır.” duasını her gün en az 40 kere yapalım diye…

Bu duayı, bu zorluğun ve ihtiyacımızın farkında olma bilinciyle yapma duasıyla…