TR EN

Dil Seçin

Ara

Rahipleri Rab Edinmek

Rahipleri Rab Edinmek

“Onlar hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu İsa'yı Allah'ın yanı sıra rab edindiler. Oysa onlar sadece tek bir Tanrı'ya kulluk etmekle emrolunmuşlardı. Ondan başka hiçbir tanrı yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir.”

(Tevbe Suresi, 31)

 

Geçmiş kavimlerin hallerini bize anlatan Kur'an, verdiği örneklerle, bizi bekleyen tehlikeler hakkında da canlı birer ibret dersi vermiş olur. Onlar hangi hareketleriyle doğru yoldan sapmışlar, ne yapıp da Allah tarafından gelen bir cezayı hak etmişlerdir? Bu gibi soruların cevabıyla, Kur'an ayetleri, bizim işleyebileceğimiz hataların ileride doğuracağı sonuçları, geçmişte bu dünya üzerinde yaşanmış tecrübeler halinde gözlerimizin önüne serer.

Kur'an'ın gösterdiği yerden baktığımızda, geçmiş zaman bizim için yaşanan bir hayat ve yaşanacak bir istikbal olur. Biz o canlı tablolarda, bugün fazla mühimsemeden içine düşeceğimiz bir hatanın başımıza ne tür işler açacağını, net bir şekilde görebiliriz.

Bu ayette de Yahudi ve Hıristiyanların sapmalarına sebep olan ve ilahi gazabı üzerlerine çeken son derece vahim bir hatayı Kur'an bize gösteriyor ve bunu yapmakla, "Sakın siz de aynı hataya düşmeyin; çünkü aynı suç, sizi de aynı cezaya müstehak hale getirir" demiş oluyor.

...

Bu büyük hata, Allah'tan başkalarını, özellikle haham ve rahipleri, yani din adamlarını veya din büyüklerini rab edinmek şeklinde ifade edilmiştir.

Bu tanım, belki bizim zihnimizde "haham ve rahiplere ibadet etmek" şeklinde bir anlam çağrıştırabilir. Fakat Allah'ın Resulü, bir hadis-i şerifinde ayetin anlamına şöyle açıklık getiriyor:

“Onlar hahamlarına ve rahiplerine ibadet etmediler. Fakat hahamları ve rahipleri bir şeyi onlara helal kılınca onu helal sayıyor, haram kılınca da haram sayıyorlardı.” (Tirmizi, Tefsir, 9:10)

Peygamberimizin bu açıklaması, hiçbir tereddüde yer bırakmayacak şekilde konuya açıklık getiriyor. Böylece, Allah'a ortak koşmanın sadece birtakım putların karşısına geçip onlara ibadet etmekten ibaret olmadığını; helal ve haramları belirlemede, yani hüküm koymakta Allah'ın yanı sıra başkalarını yetkili saymanın da Allah'a ortak koşmak anlamına geldiğini öğreniyoruz.

Ve bu durum, bizi, evvelki ümmetlerin içine düştüğü sapıklıklardan çok uzakta bulunmadığımız gibi vahim bir gerçekle karşı karşıya getiriyor.

...

Kur'an'ın ve Hadisin bize son derece net bir şekilde öğrettiği en temel gerçek şudur:

Allah, mülkünde ve egemenliğinde en küçük bir ortaklık iddiasına asla müsaade etmez. Bu kainattan isterse bir zerre kadar yahut ondan daha da küçük bir şeyi olsun Allah'tan başkasına isnat etmek, hiç kuşkusuz bir şekilde "şirk" tanımına girer ve iddia sahibini ebedi bir cezaya müstehak hale getirir. Aynı şekilde, helal ve haramları belirlemek hususunda da küçüğe, büyüğe bakılmaz; "Bir helal veya haramdan ne çıkacak?" denilmez. Allah'ın helal kıldığı bir şeyi haram etmek, yahut haram kıldığını helal saymak gibi bir yetkiyi kullardan herhangi birinde farzetmek, helal ve haram sayılan şey ne kadar küçük ve basit görünürse görünsün, Allah'ın otoritesine karşı bir meydan okuyuş demek olur ve ayetin tanımladığı gibi, "Allah'tan başkasını rab edinmek" gibi bir suçu oluşturur. İşte bizden önceki ümmetlerin düştükleri dalalet aynen bundan ibarettir.

...

Evvelkiler böyle bir dalalete düştüler de biz onların çok mu uzağında bulunuyoruz?

Bir hadis-i şerif, hiç de o kadar rahat bir durumda bulunmadığımızı gösteriyor. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardı:

“Sizden öncekilerin yolunu adım adım, karış karış izleyeceksiniz. Öyle ki onlar bir kertenkele deliğine girecek olsa, arkalarından siz de gireceksiniz.”

"Onlar Yahudi ve Hıristiyanlar mı, ey Allah'ın Resulü?" diye sordular.

"Başka kim olacak?" buyurdu. (Buhari, İ'tisam:14; Müslim, İlim: 6)

Ayetin evvelki ümmetlere dair önümüze serdiği ibret tablosu ile Hadisin bizimle ilgili şu haberi, bizi ciddi bir nefis muhasebesi mecburiyeti ile karşı karşıya getiriyor.

Mesela, Allah'ın kitabı ile bir din büyüğünün sözü arasında çelişki görülürse hangisi tercih edilir?

Teorik olarak bunun cevabı gayet basittir: Hiçbir şey Allah'ın kitabının önüne geçemez. Eğer geçerse bu imana temelden zıt bir davranış olur.

Gelin görün ki, hayatın akışı içinde bu ölçüyü tutturabilmek o kadar kolay olmuyor. İnsanlar birisini büyük tanıdıktan ve otorite olarak belledikten sonra, onun ağzından çıkan sözde Kitaba ve Sünnete aykırı bir şeyin bulunabileceğine ihtimal vermiyor, hatta böyle bir ihtimali hatıra getirmeyi bile bir edep ihlali olarak görebiliyor. Böyle durumlarda Allah'ın kitabını açıp okuma teşebbüsleri de çoğu zaman "Sen Kur'an'ı ondan iyi mi bileceksin?" gibi bir cevapla savuşturulabiliyor. Sonuç olarak, tıpkı Yahudi ve Hıristiyanların durumunda olduğu gibi, Allah'ın kitabı ile bir kulun sözü arasında ihtilaf görüldüğünde, kulun sözü esas alınıp diğeri ona göre tevil edebiliyor. Büyük müfessir Elmalılı, böyle davranışların imanı nasıl tahrip ettiğini, bu ayet ile ilgili uzun açıklamalarının sonunda şöyle anlatır:

"Şeytanlara, tağutlara, nemrutlara, firavunlara, putlara, evsana tapmak nasıl bir şirk ve Allah'a nasıl bir küfrü küfran ise, ulemaya hadd-i ubudiyetten fazla bir kıymet vermek, mesela hatayı-sevabı, hakkı-nahakkı ayırmayarak ilm-i hakkın icabı olmayan fikirlerini, sözlerini, emr-i haktan müstenbat olmayan indî reylerini, hevâ ve teşehhîye tebaiyet mahsulü olan keyfi fetvalarını ve iradelerini tervic etmek... Allah'ın emrine muhalif olduğu zahir olan hatalarına bile itaati tecviz eylemek, velhasıl Allah ne diyor diye düşünmeden, Allah'ın emrine ittibâı hesaba katmadan ittibâ eylemek dahi öyle bir şirk ve küfür demektir."

Bu satırlarda son derece ciddi bir tehlike dile getirilmiştir. İfadeler çok ağır görünebilir, ancak ayetin uyarısı ve hadisin açıklaması beraberce dikkate alındığında, bu tespitlerde apaçık bir gerçeğin dile getirilmiş olduğu kolayca anlaşılacaktır.

Özellikle dünya hayatının bugünkü gibi ön plana geçmiş bulunduğu zamanlarda böyle uyarılara Müslümanların her zamankinden fazla ihtiyacı vardır. Zira dünya hayatının hatırı için, gelip geçici dünya menfaati uğruna pek çok dini hakikatler tersyüz edilir, Allah'ın nice buyrukları ve yasakları eğilip bükülerek dünya hayatının keyfini kaçırmayacak bir şekle sokulur. Hatta, zaman zaman, dünya hayatının süsü, dini bir kılığa bürünmüş olarak da insanın karşısına çıkar; hakka hizmet ediyorum zannıyla, insanlar dünyanın şan ve şöhreti peşinde koşarlar.

Şu veya bu şekilde dünya hayatı baş köşeye oturduktan sonra ise, artık istediği gibi hükmeder, dilediği her şeye kılıf uydurur. Ondan sonra da artık kimse Allah'ın kitabı ne diyor diye düşünmez, kitabı ortasından okuyanlara da itibar eden olmaz. Eski ümmetlerin girdiği kertenkele çukurlarına gömülmüş kafaları oradan çıkarıp da Allah'ın kitabına ve Peygamberin sünnetine yöneltmek kadar güç bir iş yoktur. Onun için, tedbiri baştan almak, daha işin başında iken ölçüyü doğru tutturmak ve o istikamet üzerinde sabit kalmak gerekir.

...

Burada, kalbinde iman taşıyan ve imanını ciddiye alan herkese düşen önemli görevler vardır. "Herkes" derken, hiçbir istisna olmayacak şekilde avam-havas, cahil-alim her birey bu kapsama girer.

Gerçi avamın bu konuda büyükleri taklit etmekten başka bir seçeneklerinin bulunmadığı söylenebilir. "Biz cahiliz, iyiyi kötüyü nasıl ayırt edelim, bize yapılan bir davetin kitaba uygun olup olmadığını nasıl bilelim?" gibi mazeretler öne sürülebilir. Lakin bir dünya menfaati söz konusu olduğunda, kimsenin böyle mazeretler ardına sığınmadığı bir gerçektir. Hiç kimse, ne kadar cahil olursa olsun, "Bana bütün kazancını ver, sana köşeyi döndüreceğim" diyen birinin ardına gözü kapalı düşmez. Pek gariptir ki, üç günlük dünya kazancını heba etmemek için her şeyi inceden inceye ölçüp biçen insanlar, ebedi bir hayatın yegane sermayesi olan dinlerini korumak hususunda aynı duyarlılığı göstermemektedir.

Bediüzzaman, "Nasıl anlayacağız? Biz cahiliz; sizin gibi ehl-i ilmi taklit ederiz” diyenlere, "Cahil olabilirsiniz, ama akıllısınız. Hanginizle üzümü paylaşsam, zekasıyla bana hile edebilir. Demek cehliniz özür değil" cevabını vermiştir. Bu konuda kesin olarak söylenecek bir söz varsa o da şudur:

Herkes, Allah'ın helal ve haramlarını çok iyi öğrenmek zorundadır; "Cahiliz, avamız, bilemeyiz" türünden bahaneler, başkalarını Allah'ın hükmüne ortak etmek anlamına gelecek davranışların mazereti olamaz.

Büyük alimler, kendilerine beslenen hüsn-ü zanların böyle bir tehlikeye yol açma istidadını daima dikkate almışlar ve bunun yolunu baştan kesmişlerdir. Bediüzzaman Hazretleri, "Şu hüsn-ü zannınızı, kabul etmem; çünkü bir müfside, bir dessasa hüsn-ü zan edebilirsiniz" der. Onun şu sözleri, insanları hakka çağıran ve verdiği dersi önce kendi nefsinde yaşayan bir büyük zattan beklenebilecek sözlerdir:

"Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz." (RNK, s. 1940)

İmam-ı Azam Ebu Hanife'den de "Bizim bir görüşümüzü, nereye dayandığımızı bilmeden nakletmek kimseye helal olmaz" sözü rivayet edilmiştir ki, öyle bir imama da ancak böyle bir söz yaraşır. İnsanları Allah'a çağıran kimselerin şeffaf bir şekilde Allah ve Resulünün buyruk ve yasaklarını göstermeleri ve halkı kendilerine değil, Allah ve Resulüne itaate yönlendirmeleri, onların ilim ve irfanlarının bir tezahürüdür.

Sonuç olarak, konumuz olan ayet-i kerimenin ve onu açıklayan hadis-i şeriflerin ışığında, bugün gerek ilim ehline, gerekse onlara tabi olan kimselere düşen son derece önemli sorumluluklar bulunduğunu hatırda tutmamız gerekiyor.

Din bilginleri, yahut herhangi bir kademede bir irşad görevini üstlenmiş olan kimseler, arkadan gelenleri, bir tahkik bilincine sahip olacak ve Allah'ın kitabını her şeyin üzerinde tutacak bir şekilde yetiştirmeli, bu anlayışı onların zerrelerine kadar yerleştirmeyi en önemli görevleri olarak bellemelidirler.

Bu eğitimi alanlar da, kendilerine bu konuda söylenen sözleri ciddiye almalı, bunları tevazu ve nezaket gereği söylenmiş şeyler sanmamalıdırlar. Tabii, böyle bir bilinci aşılamayan kimselerin ardına düşmenin büyük tehlikeleri de beraberinde getireceğini, ayrıca belirtmeye ihtiyaç bile yoktur. "Benim sözlerimi de mihenge vurun" demek herkesin kârı olmadığı gibi, bunu söylemeyenlerin peşinden gitmek de akıl kârı değildir.