Yazmanın her türlüsü iyi geliyor bana. Bunu sadece ben söylemiyorum, modern tıp da bunu savunuyor. Ayrıca psikoloji de yazmayı, tedavi süreçlerinin içine alalı çok olmuş. İyi hoş güzel de benim hâlâ aklım konuşabilmekte. Konuşabilmek, yazıp çizebilmenin ötesinde, insana sunulan başka bir lütuf, ağız, anahtarı sahibinde saklı bir kapı. Konuşabilmek, tek başına yazmayı hatta resim yapma becerisini bile yere serer. Ben çöp adamı bile doğru düzgün çizemem mesela ama bunun için üzüldüğümü hiç hatırlamıyorum, hâlbuki hissettiğim gibi konuşamadım diye dertlendiğim çok olmuştur.
Konuşmanın hakkını verebilmek çetin bir mesele. Nesi zor ki konuşabilmenin denilip hafife de alınabilir. Şaşırmam. Çünkü yıllarca ağzı olan konuşuyor diye diye espriler yaptık, ağlanacak hâlimize güldük. Hâlbuki mesele gayet ciddi. Sözcükler yazılan makama göre nasıl farklılaşıyorsa konuşulan yere ve kişiye göre de türlü kıyafetler giyer kelimeler. Yazının, yazma esnasında karışanı görüşeni yoktur; sil, düzelt, yine sil, yine yaz, olmadı baştan başla, dilersen ara verip sonra yaz; ama konuşmak öyle mi? Alakası yok! Ağzınızı açmaya başladığınız andan itibaren siz artık esirsiniz, mesulsünüz hatta—bana cesaretle çok alakalı geldiği için—cesursunuz! Oklar ya isabet eder, hedefe varır, sevinirsiniz ya da karavana atar, pişman olur, üzülürsünüz. Söz bazen nefes keser, bazen nefes olur bazen yaralar kimi zaman da yara olur.
“Tehlikeli bir oyun”dur konuşmak, kurallarına göre oynanması gerekir.
…
Bu hafta küçük hanımın münazara çalışması vardı. Benden topluluk önünde konuşmaya dair taktik isteyince “Ölsem de unutmam.” diyeceğim cinsten bir anım gözümde canlandı da onu anlattım. Taktikten saydı mı bilmem ama bana o günü hatırlamak bile o heyecanımı aynı tazeliğiyle yaşamama sebep oldu.
Üniversite son sınıftayım, diksiyon dersinden final sınavı olacak. Hepimiz ip gibi dizildik amfinin kapısının önüne. Numarası söylenilen içeri giriyor. Buraya kadar kalbin durmadıysa iyi. Geriye içeride hocanın avucundan seçeceğin minicik kâğıtta yazılan kelimeyi görünce kalpten gidebilme ihtimali kalıyor. Onu da atlattık mı kör topal yaşarız Allah’ın izniyle diye düşünüyoruz.
İçeriye girip çıkan arkadaşlarımızın yüzlerini okumakla heyecanımız daha bir katlanıyor. “Sana hangi kelime çıktı?” diyoruz. Kimi “portakal”, kimi “kar” kimiyse “duvar” diyor. “Eee ne anlattın?” diye soruyoruz. Biri, olmadı yapamadım der gibi başını iki yana sallıyor; öbürü yedi dakikayı tam dolduramadığını, çıkan kelimeyle ilgili aklına ne geldiyse anlattığını söylüyor. Kaygımız hat safhada. Demek ki biz de çok zorlanacağız demekten kendimizi alamıyoruz.
Konuşacağımız şeyin ne ile ilgili olacağını önceden bilsek belki biraz hazırlanırız ama hocanın avucunda katlanmış herhangi bir kâğıdı çekip kronometrenin açılma sesiyle konuşmaya başlamak ve süre bitti deyince susmak zorunda olmak daha da geriyor insanı. Üstelik bu gerginlik beni yiyip bitirecek çünkü bu dersten geçememek dönemin uzaması demek, dönemin uzaması ise daha geç mezun olmam ve bu daha birçok şeyin rotasının değişmesi anlamına geliyor. Bu yüzden, “iyi” yetmez, çok hem de çok iyi konuşmam gerekiyor.
Çocukluğumdan beri başıma bela olan topluluk karşısında konuşma korkumu yenmem gerektiğini düşünmeye başlıyorum. Şimdi mi bunun sırası, maalesef evet diye kendime nasihat ediyorum! Dilim dolanmadan, boncuk gibi terlemeden, pancar gibi kızarmadan, üstelik sert çehresiyle sürekli bir hata yapacağımızı düşündüren yılların diksiyon hocasının karşısında dersinden geçecek kadar iyi bir konuşma yapmam gerek. Ama nasıl?
Ne yapsam heyecanımı gideremiyorum bir türlü. Benim durumumdaki birçok insanın bir şekilde bu sıkıntının üstesinden geldiğini düşünmeye çalışırken birden aklıma Hz. Musa’nın, dilindeki rekaket (kekemelik) sebebiyle kendini kavmine anlatamayınca ettiği dua geldi. Baktım söyledikçe kalp atışlarıma da iyi geliyor, durmadan tekrar ettim, derken sınıftan çağrıldım. Bir, içeriye girip kâğıtta yazan kelimeyi okuduğumu bir de hocanın “Süren doldu.” dediğini hatırlıyorum.
Çıka çıka bana “aramak” çıkmıştı!
“ARAMAK!” Kelime desen kelime bile değil, mastar. Sen, dur dur, senenin sonuna gel; tam mezun olacakken Mecnun’un Leyla’yı aramasından kişinin kendini aramasına, tasavvuftaki kulun Allah’ı aramasına dek daha birçok şeyi hem de soluksuz anlat. Olacak iş değil! Bir anda aklım başımdan gitmiş olmalı çünkü tanıdığım kadarıyla anlattığım şeylerin hocanın pek de hoşnut olacağı şeyler olmadığını, dolayısıyla dersten kaldığımı düşünmüştüm. Dedim, kesin kaldım!
…
Moralim çok bozulmuştu. Bir iki saat geçti geçmedi ben değiştirmek zorunda kalacağım gelecek planlarım için yas tutarken sınav sonuçlarının açıklandığını öğrendik. Notların, koridordaki panoya asıldığını söylediler. Panonun asılı olduğu koridora apar topar gidişimi bugün bile hatırlıyorum.
Kalabalık öğrenci duvarını yara yara, ah ve eyvah nidaları duya duya panoya ulaştım. Çarşaf gibi upuzun olan listenin sonlarında başladım ismimi aramaya. Yok, yok, yok! Nasıl olur deyip tekrar bakmaya devam ediyordum ki arkadaşlar tebrik etmeye başlayınca anladım. Meğer listenin en başında durup duruyormuş ismim. “O gün bugündür ne korku ne heyecan… Artık topluluk karşısında bülbül gibi şakıyorum.” diyebilmeyi çok isterdim.
Hâlen yazmaktan çok daha fazla saygı duyduğum bir şeydir konuşabilmek, biraz da bundandır eşime olan hayranlığım. Bende olmasını çok istediğim bir özellik hem de fazlaca ona verilmiş.
Kekeme olan Cicero da yıllarca deniz kıyısına gidip ağzına çakıl taşları alarak konuşma provaları yapmış da büyük nutuklar çekecek, ünlü bir hatip olacak seviyeye gelmiş.
Bir şey uğruna çalışmak, emek vermek çok önemli ama “dilimizin bağının çözülmesinin” de bir sırrı olsa gerek. Yazmak iyi güzel de “konuşabilmek” ruhsat isteyen bir mesele.
Biz ağzımızı açıp konuşanın kendimiz olduğunu sanaduralım, bütün anahtarlar bir çilingirin elinde!