700 sene evvel, kelimenin tam manasıyla kelle koltukta yaşanılabilen, belki de yeryüzünün bu en zor coğrafyasında, küçücük bir beylik kurup muhteşem bir cihan imparatorluğunun temeli olan Osman Gazi atamız, eğer o “harika rüya”ya sevdalanıp bu hayalin peşine düşmüş olmasaydı; madde veya mânâ boyutunda kimbilir kaç asır önce boynumuz vurulmuş olacaktı…
Kendi neslimiz bir şekilde devam etmiş olsaydı bile, Avrupa’ya Karadeniz’in kuzeyinden akmış olan Türkler ve Müslümanlar gibi, kuvvetle muhtemel ki; Balkanlar’daki mevcut mozaiğe benzer şekilde, ilk bakışta ne ırkı, ne dini ne de mezhebi belli olmayan bir keşmekeşe yem olup gidecektik.
♦
Bu, nasıl oldu?..
Dünyanın her tarafından tarihçiler, (en azından bizler kadar) bu konuya kafa patlatıyorlar. Fernand Grenard diyor ki:
“Bu yeni imparatorluğun kuruluşu, insanlık tarihinin en büyük ve en şaşılacak vak’alarından biridir.
Onların kaderlerindeki en büyük fevkaladelik başlangıçları oldu; böylesine büyük bir netice için pek küçük olarak işe başladılar. Ama bir defa iktidarları yayılıp, sağlamlaştıktan sonra, girdabın içinde tek sabit nokta oldular. Onlar yarımadada rüzgârın tesiriyle oradan oraya dalgalanan muhtelif unsurları etraflarında toplayan bir cazibe çekirdeğiydiler.”
İşte bu mıknatıslanma, nereden kuvvet alıyordu?..
Soru belki de bu olmalı…
♦
İşin bir acayip yanı da ne biliyor musunuz?.. Şu:
Bütün ömrünü açık seçik bir “Cevap” olarak yaşamış Osmanlı var karşımızda…
Bizse üç yüz, beş yüz, yedi yüz sene sonralarda “sorular” üretmeye çabalıyoruz!
Hâlbuki bu muhteşem imparatorluğun muazzam harcına dökülmüş olan “zamkların” formülleri bile mevcut elimizde…
Bu zamklar ki; formül (bilerek veya bilmeyerek) bozuluncaya kadar, Devlet-i Osmaniyye’yi çelik gibi ayakta tuttu…
Bu nasihatler, yazılı olmayan kanunlar veya vasiyetler gibi yüzyıllar boyunca hanedan havzasında aktı durdu.
♦
İşte Osmanlı Devleti’nin “mânâ boyutundaki” kurucularından olan, Osman Bey’in kayınpederi Şeyh Edebâlî Hazretlerinin damadına verdiği ve ardından da bütün Osmanlı padişahlarının bir emir olarak uygulamaya azami gayret gösterdiği tavsiyeler; hepimiz biliyoruz veya bulabiliyoruz.
Bu nasihatler “cihanı” yönetmeye yettiğine göre; bir devleti, bir işyerini, bir aileyi daha da mühimi “kendimizi yönetmemize” elbette yeter…
Takdiri size bırakıyorum.
***
Şair ve Şiir
Şair; şiir yazan insandır.
Ama “şiir” yazan insandır…
Bundan şu çıkıyor elbette; her yazılana şiir denmiyor.
♦
Şair; kelimelerin çobanıdır.
Ve kelimeler, şairi tarafından sürüldüğü meralarda beslenir…
Anlam kazanır;
Ve alıcı bulur.
♦
Şiir, bin defa da satılsa satıcısında eksilmez.
Şiir, kendisini alan sahibine “sahip olur” aslında!
Çünkü şiir, gönüllerden gönüllere uçar kelebek gibi ve konduğu yüreği kendi kanat rengine boyar!
♦
Şair; şiir yazan insandır.
Ama “şiir” yazan insandır…
Her şiir “şiir” olmadığı gibi,
Her şair de “şair” değildir.
♦
ÖPMEK
Ellerime uzanan dudakları tepeyim;
Allah diyen, gel, seni ayağından öpeyim!
N.F.K.