TR EN

Dil Seçin

Ara

Olağan Şüpheliler

Olağan Şüpheliler

Aldous Huxley Cesur Yeni Dünya’da bir gelecek resmi çiziyordu. Huzursuz ve duygusuz bir kaçış kültürünün, soma adlı küçük sükûnet haplarıyla sağlandığı bir dünya, geleceğin dünyası. Lise bir öğrencisiydim bu kitabı okuduğumda, o sıralar Eskişehir gazetesinin kültür sanat sayfalarında yazıyorduk. Bir arkadaşımla birlikte, 1984 ve Cesur Yeni Dünya’yı ele alıp çocuk aklımızla bu ters ütopyaları tartıştığımız bir yazı yayınladığımızı hatırlıyorum. Bugün bu kitabı hatırlamama neden olan şey, günümüzün dünyasında giderek yaygınlaşan ‘sükûnet hapı’ kullanımı. Şehir efsanesi midir bilmem, ama New York’un atık sularında Prozac’ın saptanabilir oranlara ulaştığı söyleniyor.

Kişinin bir ilaçla değişebileceği düşüncesi Amerikan psikiyatrisinin pek sevdiği bir düşünce. Bir dönemin mucize ilaçları Ritalin ve Valium’du; şimdinin mucize ilaçları ise Prozac’ın şahsında temsil edilen serotonin hapları. Valium rahatlatıcı bir ilaçtı, ABD’de bir ara çok yaygın olarak kullanılmasının, halkı Vietnam işgalinin yarattığı suçluluk duygusundan uzaklaştırmaya hizmet ettiği söyleniyordu. Bugünkü serotonin ilaçlarının da parlak, girişken ve enerjik kişilikler yaratarak, günümüz Amerikan iş hayatına uygun tipler biçtiği dile getirilir. Eğer endişeli ve yalnızsanız ve bir ilaç da bunu onarabiliyorsa, neden denemeyesiniz değil mi? Benlikler kendilerini gerçekleştirme, kendilerini ortaya dökme, cilalanma telaşında. Anlam odağı bireysel psikolojiye kayıyor: İnsan hayatının başarısı, psikolojik iyilik hissinde aranıyor.

Serotonin üzerinden etki eden antidepresanlar, klinik depresyonda gayet etkili ilaçlar ve kullanılmaları yararlı. Ancak bu ilaçlar bazen sıradan hüzün ve keder durumlarında da kullanılıyor ve kimi insanlara, “Asıl benliğimi buldum, işte asıl ben buyum!” dedirtiyor. Böylece iç kimlik dönüşüme uğruyor: Mahcup kişi dışadönük, katı kişi esnek oluyor. Hastalıktan sağlığa değil, normal bir durumdan diğerine dönüşüm gerçekleşiyor. Mutluluğun bir hapla başarılabileceği düşüncesi, insandaki mücadele ve mukavemet azmini törpülüyor. Böylece bir hapla dönüşsek ve mutlu olsak bile, geride anlatabileceğimiz bir öykü kalmıyor. “Bunu ben kendi gayretimle yendim” diyebileceğimiz bir anlatı oluşmuyor.

Günümüzde ergenlik döneminden itibaren, hayatımızı nasıl kazanacağımız, nerede yaşayacağımız, kiminle evleneceğimiz, çocuk sahibi olup olmayacağımız gibi konularda önemli kararlar almamız gerekiyor. Hayat planlı bir proje olarak yaşanıyor. Hayatın bir proje olarak düşünülmesi, hem bireysel sorumluluk hem de ahlaki bir belirsizlik anlamına geliyor. Eğer hayatımın planlayıcısı ben isem, başarı ve kusurlarımdan da ben sorumluyum demektir. Hayatlarımızın gayesi konusunda bir kafa karışıklığı yaşıyoruz, her bireyden kendi bireysel gayesini keşfetmesi ve onu gerçekleştirmesi bekleniyor. O halde iyi bir hayatı belirleyen şey nedir? Bir hayatı yaşanmaya değer kılan, onu ‘doğru’ kılan nedir? Hayatın anlam sağlayıcıları olarak geleneksel değerler çözündükçe, buna her bireyin kendi dağarından bir cevap üretmesi gerekiyor. Günümüzün ‘küresel mutluluk kültürü’ bize, “Ruhundaki iyilik hissine bir bak!” diyor, “eğer keyfin yerindeyse, doğru bir ömür sürüyorsun demektir.” Kendini iyi hissediyorsan, tamamdır! Okey yani.

Bir hayatın başarı veya başarısızlığı kişinin kendini yeterince ortaya koyup koyamadığı ile tartılıyor. Evlilikler çok çabuk yıkılıyor, çocuklar pek çabuk yuvalara bırakılıyor. “Eğer kendini ortaya koyamıyorsan hayatın sana sunduğu fırsatları kaçırıyorsun dostum!” diyor bize bu anlayış, “acele et.” Oysa treni kaçırmış olduğumuzu bize kesinkes gösterecek hiçbir kesin bilgi yok. Elbette buradan ‘hayat koçluğu’ gibi garip fırsatçılıklar türüyor, hayatı ancak bir kullanma kılavuzu ile yaşayabileceğini zanneden insanlar sayesinde, bu uğraşı bir iş koluna dönüşebiliyor. Doğunun kadim bilgeliğini iğdiş edip yalapşap reçetelere dönüştüren yüzeysel kitaplar, hayatı anlamakta bize kılavuzluk etmeye kalkıyor. Mutlu olmak artık bir yükümlülük. Mutsuzları, dertlileri ‘olağan şüpheliler’ arasına yazan bir uçarılık karşısındayız.

“Hayatımda neşe duyacak hiçbir şey yokken” diyordu karşımdaki genç kadın, “bir ilaçla aptal bir neşe içerisine girmiş durumdayım ve bundan hiç hoşlanmıyorum.” Hanımefendi, olağan şüpheliler arasına hoş geldiniz.