TR EN

Dil Seçin

Ara

Rastgele!..

Rastgele!..

Ekranlarda görüyoruz; Çıldır Gölü buz tutmuş!.. Buzda açılan deliklerden çekilen ağlar ve balıklar, artık hep eski yıllara çevrilmiş gözlerimizin önüne vaktiyle yaptığımız balık avlarını getiriverdi!..

Balık tutma merakı, bana, babamın amcası Ahmet Amca’dan geçmiş olmalı… Bu işin ırsî bir yönü var mı bilemem. Ama en azından, âilemizde anlatılagelen ve yazılsa ciltlere sığmayacak “Ahmet Amca’nın Serüvenleri”, benim balıkçılık merakımı beslemiş, artırmış olsa gerek…

Ahmet Amca, gençliğinde bir dönem, Adapazarı’nda Aralık Gölü’nün içinde, kazıklar üstüne inşâ ettiği kulübesinde hanımı ile birlikte yaşamış, Robenson’a falan fark atan bir macerâperest!..

Kayıkla, başını eğerek kulübenin altına sokuluyor; kayığı bağladıktan sonra, menteşeli kapağı yukarı itip açıyor; hop kulübenin içine!.. Bu enfes proje, hep uykularıma girmiştir!..

İleri bir ağ sistemi olan “kasnak”la tutuyor balığı; iri sazanlar, timsah gibi yayınlar!.. Tuttuğu balıklarla, vurduğu yaban ördekleriyle geçinip gidiyor işte…

Bazen, haşarı birkaç yaban ördeği de takılıyor ağlara; başları suyun dışında, vakvaklayıp duruyorlar!.. Merak etmişimdir; Ahmet Amca’mız o garipçiklere nasıl davranırdı?.. Hemen boğazlarını kesip pazara gidecek av çuvalına mı atardı; yoksa, “azat buzat” koyuverip salar mıydı?.. Onların, çifteyle vurduğu diğer ördeklerden, av bakımından bir farkı yoktu aslında… Av, avdı işte; nasîbiydi, rızkıydı!..

 

Sayyâd dedi: “Budur maâşım,

Çözmem ayağın, giderse bâşım!..

Katlinde bu saydın etsem ihmâl,

Evlâd-ü ıyâlime n’olur hâl?..”

 

Evet; Mecnûn’un çölde yalvardığı ceylân avcısı gibi, Ahmet Amca da ağına düşen avı bırakmasa, kim ne diyebilir; ekmeği, maâşı!..

Ancak, bana sorarsanız Ahmet Amca, o yaramaz ördeklere asla kıyamamıştır!.. Yetiştiğim yaşlı zamanlarında onun ne kadar merhametli olduğunu kendim gördüm, anladım. Size şimdi nakledeceğim “Damızlık Tavuk” hikâyesi ise, onun “yufka yürekli”liğinin röntgeni gibidir… Göldeki gençlik yıllarında, bu yumuşak kâlpliliğin onda birine sahip idiyse, hiç şüphem yok ki, o ördekçikleri sevip öperek, belki karınlarını da doyurarak âzat etmiştir!... Üstelik, kendisine varını yoğunu hibe eden bir Mecnûn’u da yoktu fakir amcacığımın!..

Evet… Ördeklerden sonra gelelim tavuklara… Ahmet Amca, son yıllarda bahçesinde tavuk besledi; ama hiçbirini kesemiyordu; kestirmiyordu da… Gittikçe çoğalan, fırsat bulunca bahçeden evin içine dalıveren bir sürü şımarık tavuk!.. Hepsinin de ayrı adı var: Sarıkız, Akayşe, Nazlı vs. Yaşlandılar, bol yemden iyice yağlandılar, tüyleri döküldü, yumurtlamaz oldular!.. Çâresiz, pazara götürmüş, kesilmemek şartıyla (!) satmaya kalkışmış… Keserim diyene satmıyor!.. Durumu ânında çözen bazı uyanıklar: “Babacığım!.. Elbette bu cins tavukları damızlık yapacağız!..” diyerek o semiz, çorbalık tavukları yok pahasına ihtiyarcığın elinden alıvermişler!.. Yumurtlamayan tavuktan damızlık mı olur… Ama hepimiz biraz öyle değil miyiz; temenni ettiğimize, olmasını istediğimize hemen inandırıveririz kendimizi!..

İşte Ahmet Amcamız böyle kimselere benzemez bir hoş insancık idi… Ser’âzat gençliği, Yunanistan esâreti, avcılığı, oyuncakçılığı… Hayatını özetlesek, uzun bir roman olur… Nûr içine yatsın…

Dedelerimiz ve babalarımız, suların ormanların en bâkir, bol ve temiz zamanlarında yaşamışlar; efsânevî “Altın Çağ”!.. Bizler ise, 60 yıl kadar öncesini, “Gümüş Çağ”ı idrak ettik… Balık ve kuş avı hâtıraları, “çevre”yle ilgili birer “rapor”, birer “istatistik” sayılabilir… Ve ne yazık ki, bu hâtıra ve hikâyeler, “bir varmış, bir yokmuş” şeklindeki masal başlangıçlarına uygun düşüyor: Ormandı, tarla oldu; tarlaydı, evlerle doldu; dereydi, kanal oldu; göldü, kurutuldu… yandı tutuştu kül oldu!..

Sevgili Selim Gündüzalp Kardeşimizi sayfa tahsîsinde ve yazıların konuları arasındaki ahengi sağlamada fazla yormamak için, “evvel zaman”a “kalbur saman”a girmeyeceğiz. Sadece, balık avlarımızın gerisindeki bazı duygu detaylarını anlamaya çalışmakla yetineceğiz:

Balığa çıkarken, yanımıza yiyecek olarak sadece ekmek, tuz ve kuru soğan alırdık. Balık tutamazsak, soğan-ekmeğe tâlim edeceğiz!.. Şimdi daha iyi anlayabiliyorum ki, kendi kendimize koyduğumuz bu peşin mahrûmiyet kâidesi, aslında, hem bir duâ idi, hem de tuttuğumuz takdirde pişireceğimiz balıklara tarifsiz bir lezzet kazandıracak bir “mânevî sos” idi!..

Evet; bir duâ idi; görünen ve görünmeyen âlemlerin sâhibi, suların bilinmez diplerinin de hâkimi O Zât’a karşı bir “nazlanma” da sayılabilirdi belki: “İşte, elimizde şu acı soğan ve kuru ekmek… Bizi mahrûm bırakma ve oltalarımıza en iri balıkları gönderiver!..”…

Lezzet sosu’na gelince; tutacağımız balıklar, “menü”müzün rakipsiz baş yemeği olmalıydı!.. “Olmasa da olur” gibi bir umursamazlık, bir küçük görme, hiç revâ mıydı yayın’larımıza, turna’larımıza, sazan’larımıza!... Hattâ, tutabildiğimiz, parmak boyunda “gökben”cikler bile olsa, piknik soframızın “jön”ü, “esas oğlanı” balık olmalıydı!..

Ayrıca, ettiğimiz o biraz şımarıkça duâmıza ilâhî bir cevap ve “ikram” olduğunu düşündüğümüz için, tavada yarı pişmiş yarı yanmış o kılçıklı balıklar, cihânın en lezîz taâmı gibi gelirdi bize!..

Acaba, biraz da “nazlılığımıza” güvenip, “Rabbimiz duâmızı kabul etti…” duygusunu aşarak, “Bizim duâmız boş çevrilmez!..” gibi, çocukça bir büyüklenmeye, kibre, ucb’a da düşer miydik?.. Çok iyi hatırlamıyorum ama, olamaz diyemem!..

Sanırım, çocukluk ve ilk gençlik çağları, “Ben neymişim be âbi!..” hâllerine daha bir müsâit!.. Hem, böyle tehlikeli hisleri giderecek, bizi terbiye ve islâh edecek bir kıtlığa, “eli boş dönmeye” falan da uğramadık pek; hemen her zaman avımız bereketli, keyfimiz keyifti!..

Evet; istediklerimizin hemen oluvermesi, bizi çok defa gaflete sürükleyebiliyor… Çocuklarımızın ve torunlarımızın, bizim aşırı şefkatimizden neler çektiğini, yine şefkatimiz sebebiyle pek anlayamıyoruz gibi geliyor bana; ne dersiniz?..

“Altın Çağ”, “Gümüş Çağ” falan dedik; ya şimdi?.. Bugün artık, “çevre”nin hayâtî değeri iyice anlaşıldı. Denizler, göller ve akarsular temizleniyor. Ağaçlandırma, “yeşil alan” gayretleri sürüyor… Yeni nesiller en azından “gümüş”e yeniden kavuşabilir!.. Hattâ, ulaşım kolaylığı, balıkçılık malzemelerinin artan kalitesi ve çeşitliliği, izâfî olarak gümüş’ü altın’a yaklaştırabilir…

Meselâ; âilemizin “balık merakı”nı en iyi sürdüren yeğenim Mehmet Akyürek, yüzlerce kilometre yol kat ederek de olsa, yakın çevrede pek kalmayan iri sazanları oltasının ucunda keyifle gezdirme imkânına sahip!.. Malzeme zenginliğine gelince; benim öğrettiğim olta bağlarına, özel düğümlere artık hiç ihtiyacı kalmadı; her şey hazır, çok çeşitli ve mükemmel!..

Evet; Mehmet Akyürek, bir yandan semânın sonsuz derinliklerinde gezdirdiği “merak gözü”nü, diğer yandan “dipsizlik gölündeki inciler”e çevirmiş!.. Zaten ikisi birden olmazsa, olmaz; “artı sonsuz-eksi sonsuz” gibi…

Vaktiyle, bir garip balıkçı da şöyle demiş:

 

Bilinmez diplere attım oltamı,

Gözüm hep kısmetin en irisinde!..

Ebed Sâhili’ne tuttum rota’mı,

Vuslat mı?.. Ufkun az ilerisinde!..

 

Evlâtlarımız ve torunlarımız için daha temiz sulu, temiz havalı, bol kuşlu, bol balıklı çevre’ler dileyelim; ne âlâ… Ama asıl önemlisi: Ebed Sâhiline yönelmek ve Sevgiliyi ufuk ufuk arayarak sâlimen menzîle varmak, ve inşâallah Vuslat’a lâyık olabilmek!..

Haydi bakalım, rastgele!..