TR EN

Dil Seçin

Ara

Çanakkale İçinde... / Dede ile Torun

Çanakkale İçinde... / Dede ile Torun

-Dedeciğim… Bu günlerde, Çanakkale Deniz Zaferi’miz kutlanıyor… Senin tâbirinle “sisli hatıraların buğusunu silerek”, bu konuda bana bir şeyler anlatmanı çok isterim!..

-Rahmetli Babacığımdan dinlediklerim… Bir de Çanakkale Gazisi eniştemin anlattıkları… Bunlar ilgini çeker mi bilmem?..

-Bütün dikkatimi toplayarak, “esas duruş”ta seni dinliyorum dedem!..

-Çanakkale, çeyrek milyon şehit ve gazimizin kanıyla yazılmış koca bir destan!.. O destandan, anahtar kıymetinde birkaç satır seçmeye çalışalım…

Düşman donanmasının hedefi, Çanakkale Boğazını, o görülmemiş azametteki son sistem donanmasıyla, kısa zamanda geçerek, İstanbul’u işgal etmekti!.. Devlet erkânımız panik hâlindeydi!.. Payitaht’ı, Anadolu içlerine kaçırmalıydılar!.. Yedi yıl kadar önce tahttan indirilmiş olan “mahlû sultan” Abdülhamid Hân; Beylerbeyi Sarayındaydı… Bir heyet, usûlen, saraya giderek vaziyeti arzettiler ve “kendisinin hangi Anadolu vilâyetine taşınmak istediğini” sordular!..

-Yâni, Arslan’a, sırtlanlardan kaçmak için hangi çalının arkasına saklanacağını soruyorlar!..

-Tıpkı onun gibi… Yaşlı Sultan, ihtiyar belini doğrultarak: “Ben hiçbir yere gitmiyorum!.. Düşman, İstanbul’a girebilirse gelsin, şu göğsüme basıp öyle girsin!.. Fakat, Çanakkale’yi “harben” geçemezler!.. Zirâ, zamanımızda orayı öyle bir tahkim ettik ki, bir karış ilerleyemezler!..”

-Ertuğrul Bey’in torunu olduğu belli!..

-Bu yiğitçe kükreyiş karşısında karar değişti, payitahtın korkakça naklinden vazgeçildi!.. Ancak, akla hemen geliyor; Sultanın bahsettiği o aşılmaz tahkimat neydi, neredeydi?.. 

Çok seneler önce, bir Çanakkale gezimizde ben o tahkimatı yakından gördüm: Gelibolu sırtlarında, en yüksek noktalarda mevzilenmiş gemi topları!.. Çelikten kubbe şeklinde korunaklı, düşman ateşine dayanıklı ve iki ayrı yarıkta, aşağıya-yukarıya müstakillen yönelebilen iki namlulu gemi topları… Ayrıca, çepeçevre üçyüz altmış derece dönebilen, böylece hem Boğaz tarafına, hem de gerekirse Ege Denizi yönüne ateş edebilen şâhâne toplar!..

-Nereden bulunup getirilmiş bu toplar?..

-Şehit Sultan Abdülaziz Hân, dünyanın sayılı donanmalarından birini devletimize kazandırmıştı!.. Bu büyük suçu(!) sebebiyle, kendi(!) öz paşaları marifetiyle şehit edildi!..

-Dedeciğim, anlatmıştın; senin okuduğun lise, padişahların Yazlık Sarayı imiş; orada, intihar süsü vererek kıymışlar Pehlivan Padişahımıza!..

-Bahtiyardır o kişi ki, önce hizmetinin sevabını alır; sonra da, bu hizmetini çekemeyen düşmanlarının elinden şehâdet şerbetini içer!..

Abbülaziz Hân’ın çok sevdiği bu donanması, teknolojinin hızlı ilerlemesiyle, kısa zamanda “demode” oldu; gemiler, gemi olarak değerini kaybetti!..

-Biliyorum!.. Hızları düşük kaldı, toplarının menzili, yeni toplara göre, kısalmış oldu!.. Andrea Dorya’nın iri ama hantal donanmasına benzedi!..

-Mâşallah, seni Harbiye’ye yazdıralım da kurmay subay ol; ister misin?..

-Biraz erkek işi galiba… Ama, yine de isterim!..

-İşte bu, zamana yenik düşen gemileri, Abdülhamid Han, Haliç’e demirletti… 

Zaten, muhtemel bir deniz savaşında peşinen mağlup sayılması gereken bu köhnemiş donanma, lüzumsuz personel masraflarına ilâveten “istim üstünde tutulması”, yani, buhar kazanlarının her an sıcak bulundurulması icab ettiğinden, ülkenin “kömür istihsâli”nin neredeyse tamamını bitirip tüketiyordu!..

Ama, toplarını söktürüp, Çanakkale’nin müdâfaası için Gelibolu Yarımadasının sırtlarına mevzilendirdi…

-Ne güzel!.. Şimdi, o yarımada büyüklüğünde muhteşem bir gemimiz oldu!..

-Çok güzel bir benzetme!..

Hem, toplarımızın menzili kısa kalmışsa da, boğazın darlığı sebebiyle, bunun fazlaca bir ehemmiyeti yoktu artık…

Neticede, tecrübeli Sultan’ın dediği oldu; Haçlı Donanması, bir yandan mayın gemilerimizin, bir yandan da toplarımızın başarısıyla, kendini Boğazın dışına zor attı!.. Çok sayıda gemisi batırılmıştı!.. “Yenilmez” falan denilen armada, “Deniz Savaşı”nı kaybetmişti!.. Son çare olarak, “Kara Savaşları”na giriştiler… Gelibolu Yarımadası’nı işgal ederek, kendilerine nefes aldırmayan o amansız topları susturmayı hedeflediler… Yoksa, İstanbul’a niyetlenmişken dağların tepelerinde ne işleri vardı?..

Çanakkale’deki Kara Savaşları ise, Haçlılarca sergilenen, târihte eşi benzeri görülmemiş bir nâmertliğin, zâlimliğin ve korkaklığın savaşı oldu!..

-Dedeciğim, heyecanlandım!.. Bu nasıl bir savaş?..

-Evet Yavrum!.. Gemilerinin sıcacık kamaralarına büzülüp saklanan “sömürgeci” Batılı efendiler, önce haftalar süren ağır bir bombardımanla Gelibolu dağlarını hallaç pamuğuna çeviriyorlardı!..

-Ya Mehmetçiklerimiz?..

-Onlar “Tilki İni” denilen derin sığınaklarında, mırıl mırıl Kur’an okuyarak, “Rabbimiz, bizleri küffara karşı muzaffer eyle!..” diye duâ ederek, şehâdete hazırlanıyorlar ve helâlleşip düşmanın ateşinin bitmesini bekliyorlardı…

-Sonra… Ateş kesilince?..

-Sığınaklarından çıkıyorlar ve gelen düşman piyadesiyle göğüs göğüse harbetmek için ileri atılıyorlardı!..

Ama ne yazık ki, o uğursuz gemilerin yeniden başlattıkları top ateşiyle, bu sefer düşman askerleriyle beraber Mehmetçik de Gelibolu dağlarına gömülüyordu!..

-Kendi askerine de mi acımıyor bu zalimler?..

-Niye acısın?.. Yem olarak kullandıkları o fukarâlar, Kuzey Afrika, Hindistan, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi sömürgelerden toplanıp getirilmiş garibanlardı… Bir kısmı da ne yazık ki, aldatılmış Müslümanlardan meydana gelmişti!..

Batılı “medenî” ülkeler, insanları birbirine kırdırmada, “para ile can satın almada”, toplu yok etme silâhlarını kullanmada, gerçekten çok ileri ve “erişilmez”dirler!..

-Dedem… Başka bir çâre yok muydu, gemilerin ateşine tutulmadan?..

-Benim de hep aklımı kurcalamıştır; bu “yemleme” ve “avlama” tuzağı kırılamaz mıydı?.. Demek, o zaman için kumandanlarımız, başka hâl çâresi bulamamışlar… Neticede, savunma hâlinde olmamıza rağmen, taaruzdaki düşmanın kaybı kadar şehit verdik!..

-Aslında, tabur tabur “cennet yiğidi” kazandık!..

-Elbette, benim duygulu, merhametli Kızım!..

Çanakkale gazisi eniştem, şarapnel isabetiyle kaybettiği bacağını koltuk değneğiyle sürüklerken, bizim pek de mânâ veremediğimiz bir neş’e ve iftihar içindeydi!.. Zannımca, yaşayıp gördüğü nice harikulade hâller ve hâdiseler, ona mânevi makamlar kazandırmıştı!.. Nûr içinde yatsın… 

Kafkas gazisi bir diğer eniştem ise, sırtındaki süngü yarasını, ömrü boyunca bir “cennet madalyası” olarak şerefle taşıdı… Mekânları, inşâallah o müştak oldukları Dârü’l-Cinan’dır!.. Evet… Düşman, Çanakkaleyi “harben” geçemedi… Ama üç yıl sonra, mütareke yoluyla İstanbul’umuz, düşman çizmesiyle çiğnenmekten kurtulamadı!.. Elbette “harben” girselerdi, vaktiyle Lâtin İstilasında sergiledikleri vahşeti, fazlasıyla tekrar etmekten çekinmezlerdi!.. Çanakkale Zaferi, bu dehşetli neticeyi hafifletmiş oldu… Ayasofya’ya dikilecek “altın kaplamalı” haçı çoktan hazır etmiş olan fırsatçı şımarıkları ise, şehâdete susamış bir avuç kahramanımız hüsrana uğrattı; kirli potinleriyle Fetih Camimizin mübârek zeminine bir adım bile girip ayak basamadılar!..

-Bu nasıl olabildi?..

-İstersen, dizimizin bu alâka çekici bölümünü, sonraki sohbete saklayalım… Galiba yine “uyku geldi bedene!..”…

-Peki Dedeciğim… “ne mutlu kalkıp gidene”