-Dedeciğim, yine Karadeniz’den gemi haberleri falan mı?.. Seni üzüntülü görmeye dayanamıyorum…
-Üzüntü değil yavrum; biraz endişe, biraz ümit ve sonunda şükür ve ferahlık inşâallah…
…
Bir âlem ki, gökler boru içinde,
Akıl, olmazların zoru içinde.
Üst üste sorular soru içinde…
…
Sana, Hazret-i İsmail’den bahsetmiştim…
-Evet... İbrahim Peygamber, onu ve annesini, o zaman ıssız, kurak bir çöl olan Kâbe civarına bırakıp gidiyor… Rabbimizin emri öyle!.. Ama yalnız başlarına ne yapar ne ederler?.. Gerçi su buldular ama, “Zemzem”de olsa, sâde suyla ne kadar!.. Sonunda bir şekilde düze çıktılar, değil mi?..
-Evet kızım… Hem de ne çıkış!.. Kim derdi ki bu “acıklı” gibi görünen “terkediş”, insanlık tarihinin “en mesud” devrine kapı aralayacak…
Rabbimizin her emrinin ardında binbir hikmet gizli!.. Mutlak hakîm olan yalnız O!..
Bizler de, yine Onun lütfettiği kadarıyla, bazı sırlara, kader plânındaki inceliklere yaklaşabiliriz…
Peygamber mucizelerinin bir kısmı “su” ile alâkalı… Meselâ, Nûh ve Tûfan; Mûsâ ve Asâsıyla on iki kabile için on iki ayrı pınarın akıtılması; Yûnus Peygamber, deniz ve balık mucizesi ...
Nihayet, Fahr-i Kâinât Efendimizin mübârek parmakları arasından, bir orduya yetecek kadar bol âb-ı hayatın fışkırması!..
-Dede… Hazret-i Mûsâ, asâsıyla denizi yararak kavmini kurtardı… O da denizle, yani suyla alâkalı değil mi?..
-Aferin akıllı kızım; elbet o da öyle… Anlıyoruz ki, “su”, durduğu yerde durmuyor; insanın hayâtî ihtiyacı olarak, toplulukların yaşayışlarını yönlendiriyor… O kadar önemli ki, yakın zamanda “su savaşları” çıkacağını söyleyenler bile var!.. Tabiî onlar, geçmişi inceleyip geleceği tahmin etmeye çalışıyorlar…
-Savaş için “sudan” bir sebep daha!..
-Üzülme, Rabbimiz koruyucumuzdur!.. Biz dönelim yine, yumuşak pembecik bir bebek topuğu ile Kâbe zemininin o sert, simsiyah volkanik kayalarının delinerek hayat suyu’nun, Zemzem’in fışkırtılması mucizesine!..
Evet… Olmaz sanılanlar oldu ve kısa zamanda, bahar yağmurlarıyla tebessüm edip boy atan papatyalar gibi, çevredeki kabileler, Zemzem’in etrafında kümelendi…
Zincirleme oluşlar: su, insan, topluluk, zanaat, ticâret... Daha sonra ilim, fikir, sanat…
Ve nihayet, nizam ihtiyacı: Maddi otorite devlet ve mânevi sığınak din!.. İkisi elele bir bütün…
Böyle bir bütünlük, bedevi toplulukları medeni cemiyetler hâline getirir…
Öyle de oldu; artık Mekke, o zamanın “metropol”lerinden biriydi… Hem zaten, ticaret için çok elverişli bir noktadaydı: Yemen’in ılık, yağışlı ikliminden akan bereket, büyük kervanlarla Mekke üzerinden Şam’a uzanıyordu. Şam ise, tâ Çin’den ve Hindistan’dan gelen tarihî “ipek” ve “baharat” yollarının kavşak noktası!.. Yolların diğer ucu ise, Anadolu üzerinden tekmil Avrupa ülkeleri!..
…
Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir,
Oluklar çift; birinden nûr akar; birinden kir!..
…
Evet… Ticaret, alışveriş… Pekâlâ, pek güzel… Ama asıl mühim olan, ne alıp ne sattığımız!.. Her işimizde olduğu gibi bunda da bizi “kir”den koruyacak ve “nûr”a kavuşturacak yegâne kaynak elbette, Rabbimizin Yüce Kitâbı ve Efendimizin Şanlı Sünneti!..
…
-Güzel Dedem!.. Zemzem suyumuz fışkırdı, Mekke, gelişti büyüdü, kervanlar mâşallah sahraları aştı… Tamam da, ben hep başta dediğin o “Târihin en Mesûd Devri”ni merak ediyorum. O güzel devre ne zaman sıra gelecek?..
-Her hadise, her oluş, O Devrin gelmesi için adeta birer tohum, birer vesile oldu. O Şanlı Devir ise, elbette Peygamberimiz aleyhisselâm’ın nübüvvetiyle şereflendirdiği, ubûdiyetiyle ışıklandırdığı, cemâliyle çiçeklendirdiği, getirdiğiyle ve kaldırıp attığıyla beşeriyeti kir’den nûr’a çıkardığı o haşmetli Asr-ı Saâdet’tir!..
Kur’ân O Resûlü kıldı tavsîf,
Ahlâk-ı azîmin etti ta’rîf
Baştan beri biraz teferruatlı söylenenlerin özü şu ki, Efendimizin teşrifinden iki bin yıl kadar önceden Onun Mükerrem Beldesi, Rabbimizin muradına uygun bir şekilde büyümeye, zenginleşmeye başladı. Kâbe’nin, İbrahim ve İsmail Peygamberler eliyle eski yerinde inşa edilmesiyle de Mekke, tekrar dinî bir hüviyet kazandı… Her milletten renk renk insan kitleleri orada buluştu. Zirâ O Resûl, bütün insanlığa elçi gönderilecekti!.. Tebliğe başlayacağı zaman, karşısında beşeriyetin bütününü temsil edebilecek terkipte, her boydan her soydan “muhâtapları”nı hazır bulmalıydı… Evet O, Ben-i İsrâil gibi küçük bir kabileye değil, tekmil Ben-i Beşer’e meb’us idi!..
Ayrıca, hitap edeceği topluluk, kendisini hemen tasdik etmese de, şahsiyet ve fikir sâhibi, geniş görüşlü, bilgili ve zeki olmalıydı!..
Evet… Kıymetli dâvâya, kıymetli muârız lâzımdı!.. Bunun için de yine “büyük şehir” ve “uzak ülke ticaret”i, tek âmil olabilirdi!.. Böylece, Peygamberimiz tebliğe başladığında hitap ettiği ana topluluk, zor da olsa, uzun zaman da gerektirse, insaflı davranıp Hakk’ı kabul edebilecekti… Hem böylesi “tahkiki iman” olacaktı!..
Rabbimiz elbette biz kullarını toptan hidâyete kavuşturmak istiyor… “Hâdî” İsm-i Şerîfiyle, şartları, hâdiseleri ona göre takdir buyuruyor!.. Gerisi “İmtihan Sırrı”!..
Nihayet o muhteşem lisan: Arapça!..
Bütün bu büyük şehir, ülkeler arası ticaret ve kozmopolit sosyal yapı… Hepsi hepsi, ortak dil Arapça’nın mükemmelleşmesini, zenginleşip derinleşmesini de sağladı!..
Evet… İkibin yıl önceden başlayan bu gelişme, Kur’an-ı Kerîm’e ön hazırlıktı!..
-Önceki sohbetlerimizde “Kur’an’ın dili Arapça’ya inmiş Rab’çadır” demiştin; açar mısın?..
-Aferin, unutmamışsın… Arapça, her türlü edebi sanata müsait bir dil!.. Ne var ki, aynı lisan, o zamanın, İslâm’a yabancı şâir ve ediplerinin de elinde; silahlar eşit!.. “Muallâkât-ı Seb’a” denilen yedi meşhur şiir, altın varakla yazılarak Kâbe’nin duvarlarına asılmıştı!.. Âdeta bir belâgat, fesahat, cezâlet, icâz ve i’câz müsabakası başlamıştı!.. Kur’an bütün bu söz inceliklerinde, rakiplerini alt edebilirse, galip gelecek, kabul ve tasdik görecekti!.. İslam için, “beka” meselesi!..
-Ama, Kur’ânımız kazandı değil mi?
-Elbette!.. Hasımları, onun bir âyetinin bile bir benzerini getiremedi…
Söz olsa da menba-ı kerâmet,
Kur’ân’a nazîre olmaz elbet!..
O yedi süslü levha ve onlarla birlikte bütün bâtıl inançlar, târihin çöplüğünü boyladı!.. Demek “İlâhi üslup”, aynı Arapça’yı, feza üstü ufuklara yükseltivermişti!..
İşte, “Arapça’ya inmiş Rab’ça tâbiri, böyle bir şey!..
-Biraz anlar gibi oldum galiba… Dedeciğim, ikibin yıl önceden, Arapça’nın Kur’an’a hazırlanması gibi, yine ikibin yıl önce, Orta Asya bozkırlarında “cengâver bir kavim”, âdetâ, yirmi asır sonra üstleneceği “İslam’ın Sancaktarlığı” vazifesine hazır ediliyordu demiştin… O iş nasıl oldu?..
-Evet… Bu İlâhî görev de “Türk Pederlerimize”, yani Mübarek Atalarımıza nasip oldu…
O bahsi, sonraki sohbete bırakalım ve şimdi seninle “Fetih Sûresini” okuyarak, şanlı cedlerimizi ve azîz şehitlerimizi tâzimle ve rahmetle analım inşâallah…
-İlk sayfasını ben okuyabilir miyim dedeciğim, yanlışım olursa düzelt…
-Senin yanlışın bile, nice doğrudan daha makbûl, benim melek sesli, melek simâlı güzel kızım!..