TR EN

Dil Seçin

Ara

Yâ Mülevvin!.. / Dede ile Torun

Yâ Mülevvin!.. / Dede ile Torun

— Dedeciğim!.. O kırmızı kurdeleli paketçik bana mı yoksa?..

— Elbette!.. Gel beraber açalım…

Sana “suluboya” aldım… “Suluboya takımı” diyemiyorum; çünkü sadece temel üç renk var: kırmızı, sarı ve mavi. Ha, birde küçük tüp “siyah” var… Siyah; ışıksızlığın rengi; veya renksizliği!.. Senin aydınlık rûhuna uygun değil… Onu, çok az kullanacağız… İstiyorum ki sonsuz sayıda rengi bunlarla meydana getirmeyi öğrenesin!..

— Bu nasıl mümkün olabilir?.. Çok hoşsun Dedeciğim!..

— Ben ne güne duruyorum… Birlikte çalışıp öğreneceğiz…

Önce malzememizi hazırlayalım: dört renk boya, biri ince biri kalın iki samur fırça, iki bardak su, temizlik bezi ve bir porselen tabak…

— Hah hâ!.. Yemek tarifi gibi oldu!..

— Sen dalganı geç bakalım!..

— Özür dilerim Dedeciğim… Aslında, neler olacak, çok merak ediyorum!..

— Bak şimdi… Bir damla bayrak kırmızısı, bir damla da kanarya sarısı aldım… Karıştırıyorum!.. Ne görüyorsun?..

— Aaa!.. Portakal rengi!..

— Şimdi de mavi ve sarı…

— Güzel bir yaprak yeşili!...

— Ve kırmızı ile mavi… Tatlı bir eflâtun… Boğaz sırtlarının bahardaki hârika rengi!.. Bunlar da, üç “ara” renk… Bu renkleri çoğaltabilirsin…

Üçüncü, dördüncü renkler katabilirsin… Boyaların azlığı-çokluğu ile ve uygun su miktarlarıyla koyu-açık hâle getirebilirsin…

Diyeceksin ki “beyaz” yok mu?...

— Evet… Beyaz en sevdiğim renk… Niye yok!..

— Şimdi öğreneceğimiz resim tekniğinde beyaz boya yerine, kağıdımızın beyazlığını kullanacağız!.. Bu da işin belki en zor, ama en güzel yanı… Mahrûmiyet gibi görünen nâiliyet!.. Bir düşün; denizin mavi-yeşil dalgaları boya ile belirtilirken, köpükler, kağıdın kendi beyazlığıyla ortaya çıkıyor… Ne san’atkârâne değil mi?..

— Martıları ve bembeyaz yelkenlileri de kağıdımızın beyazlığıyla yapabilir miyiz?..

— Canım kızım!.. Sen işi şimdiden çözdün!.. Senin, cennetlere açık rûh pencerenden seyrettiğin emsâlsiz renkleri, yapacağın resimlere aksettireceğinden eminim…

Aslında “Renk”, Cenâb-ı Hakk’ın “Mülevvin” isminin tecellisi…

Etrafımızda gördüğümüz bütün şekiller, tasvirler de O’nun “Musavvir” adını bize hatırlatıyor... O ne güzel Tasvir Edici ve Renklendirici!.. Sonsuz Hamd O’na!..

— Hem sen bir “hanım” olduğun için, renklerin birbirine yakışması, renk-duygu münâsebeti ve resimdeki şekillerin âhengi gibi hususlarda, yaradılışın itibâriyle peşin bir üstünlüğe sâhipsin!.. Büyük bir ressam olabilirsin!..

Evet… Siz hanımlar, hassas, zarif ve merhametli yaratılmışsınız… Âdetâ bir “sevgi buketi” ve “şefkat mâdeni’’siniz!..

Şefkat ise, duyguların en üst basamağındaki “Sultan Duygu!..” Aşk’tan da üstün!..

Ana, şefkat hissiyle evlâdı için canını verir!..

Rabbimiz ise, “Rahmân” ve “Rahîm” isimleriyle bizlere, bütün analarınkinin toplamından daha fazla şefkat ve merhamet ettiğini bildiriyor!.. Ne büyük müjde, ne engin saâdet!..

Binlerce hamdolsun!..

Ama mâalesef, “Şefkat Kahramânı” pek çok hanım, onların bu yumuşak mizaçlarını zayıflık gibi gören, üstelik zayıfa tasallutu mertlik zanneden, insafsız kaba erkeklerin gadrine uğruyor!..

Ne cehâlet, ne vahşet!.. İçimizi daha fazla karartmayalım da resim dersimize devam edelim.

— Bana, mağara içlerine çizilmiş eski resimlerim fotoğraflarını göstermiştin…

Eski insanlar da resim yapıyormuş demek…

— Evet… Resim, ilk insanlardan beri bir çok gâye için kullanılmış…

Süsleme’den, haberleşmeden tut, yazı gibi kullanılmasına ve san’ata konu olmasına kadar…

Taşları oyarak kabartma resimler… Ve nihayet, resmin üç buutlusu olan heykel!..

Ne yazık ki câhiliye devirlerinde insanlar resimlere ve heykellere taptılar!..

Sana anlattığım Peygamber Kıssalarını hatırlıyorsun!..

Hep, “putperestlikle” mücâdele!..

Demek, “vâsıta”, hedeflediği “gâye”ye göre değerlendirilmeli; iyiye ulaştıran iyi, kötüye götüren de kötü!.. Bir de “niyet” var elbette…

— Dedeciğim bana ezberletmiştin, aklıma geldi:

Niyete göre iş’ler

Ameli niyet işler!..

— Âferin kızım!.. Bak, taşlar yavaş yavaş yerine oturuyor…

Unutma ki, resim san’atının zirve noktası “Hüsnühat”dır!..

“Figürsüz”, “soyut” resmin ustası bazı insaflı ressamlar: “—İşte, bizim arayıp durduğumuz mücerret resmin tepe noktası budur!..” diyerek, hakkı teslim etmişler… Âferin; kendileri için iyi not… Hüsnühat ise, bize göre, İslâm Harfleri’nin esrarlı kıvrımları içinde, sanki “ötelere” ait gibi görünen lâhuti bir âhenk arayışı!..

Her levhada ilk defa beliren bambaşka, eşsiz, “ibdâi” bir güzellik!..

Volkanımsı bir enerjiyle sağa-sola püsküren, dağılan, parçalanan ve başka başka istikâmetlere yönelir gibi olan “ser’âzat”, büyülü çizgiler, girdaplı kavisler!..

Ve bütün bu ulaşılmazlığı ve serkeşliği bir zapturapta almak için “tevhîdî” bir bütünlüğün yakalanması gayreti!..

Çoklukta birliğin, tamlığın, tamamlığın ele geçirilmesi cehdi!..

Belki hiçbir zaman “vuslat”a erilememe mahrûmiyeti içinde yine de arayıştan vazgeçememenin “mecnûnâne” çırpınışı!..

Daha ne ve neler…

Hüsnühat, galiba böyle bir şey yavrum…

— Dedeciğim!.. Mecnûn, Leylâ’ya hiç mi kavuşamıyor?.. Ferhat gibi dağları delse de mi?..

— Güzel Yavrum!.. Onlar, Leylâ’da, Şirin’de Aslı’da gerçek “Güzeller Güzeli”ni arıyorlar… Feryatları, yakarışları O “Cemîl”in merhametini celbediyor… Ve inşâallah “–Leylâ, Leylâ!..” derken “Mevlâ”ya ulaşıyorlar!..

— Oh!.. Nihâyet kavuşuyorlar yâni… Ne güzel!..

 

— Evet… Her firkatte bir vuslat ümidi barınmasaydı, korku ve yalnızlık girdibâdı içinde kaybolur giderdik!..

Haydi bakalım… Suluboya dersini fazla sulandırmayalım…

Yapış fırçaya!..

- Emrin olur Hoca Dedem!..