- Dedeciğim, seni derinlere dalmış, düşünceli ve biraz da hüzünlü görüyorum… Hâlini benimle paylaşmak ister misin?..
- Yaşlılık işte yavrucuğum… Biraz eskilere gittim…
Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum,
Her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum!..
…
Şâirimiz, Rumeli Diyârındaki uzak çocukluğunu özlüyor… Hattâ belki, o yaşlarda bile duyduğu sıla hasretini de özlüyor… Hasret içinde hasret!.. Hasretin böylesi, elbette “bir alev gibi” harlı, yakıcı olmalı!..
- Bütün işi, bîgünah Şâir’e yükleyip sıyrılmaya çalışma!.. Ya senin içindeki yangınlardan, volkanlardan ne haber?..
- Benim yangın tüpüm de, itfâiyecim de sensin!.. Sen, geçmişten gelen pişmanlık ateşlerini ve geleceğe dâir belirsizlik korkularının korlarını, tek bir tebessümle ümit lâlesine, şevk gelinciğine çeviren bir Cennet Meleği’sin!..
Mâdem ki sen yanımdasın, geçmiş devirlerin o dumanlı külünü-közünü eşelemeye devâm edelim… Belki, içimizi ısıtan bâzı hikmet kıvılcımlarına rast geliriz…
…
Mağlupken ordu, yaslı dururken bütün Vatan,
Rü’yâma girdi her gece bir Fâtihâne zan!..
Hicretlerin bakiyyesi hicranlı duygular,
Mahzûn hudutların ötesinden akan sular,
Gönlümde hep o ‘zan’la berâber çağıldadı,
Bildim nedir ufuktaki sonsuzluğun tadı!..
…
O İhtişamlı Cihan Devletimizin gürül gürül yıkılışı, Şâir’in çocuk gönlünde, belli ki derin yaralar açmış!..
- Zelzelede, çok katlı binâların çöküşü gibi mi?..
- Onun bir milyon katı!.. Fakat Şâir’imiz, bütün bu helâket-felâket gayyâsı içinde bile, başını mertçe kaldırıp “Fâtihâne” rü’yâların, hülyâların peşinde!..
İşte ‘muhâcir’ dedelerimiz de, hicretlerin doğurduğu “Yetimâne Hüzünler”den çarçabuk sıyrılıp, yeni iklimlerin, yeni ufukların sonsuzluğunu hedefleyerek, tekrar Fetih plânları yapmaya koyulmuşlar!..
- Dedeciğim, bana anlatmıştın, Sevgili Peygamberimiz önce Mekke’den Medine’ye hicret etmiş; sonra dönüp Mekke’yi fethetmiş!..
- Evet Çocuğum… Her hakîkatin dış ve iç inceliklerini, ancak O Yüce Resûlün yaptığında ve dediğinde bulabiliriz; Ona binler salât ve selâm olsun!.. Mekke-i Mukerreme’nin fethinden de seziyoruz ki, hicret, hâşâ bir terk ediş, kopuş, kaçış değil; belki aksine, bir pişme, olgunlaşma, büyük hamlelere hazırlanma devresi!..
Aslında, bu mânâsıyla ‘hicret’, çeşit çeşit… Ana rahminden dünyaya geliş, evlenip ayrı yuvaya taşınış, askere gidiş ve terhis oluş, uzak yabancı diyârlara rızkını aramaya koşuş. Hattâ, gençlikten, güzellikten ve dünya hayatından ayrılış, hepsi bir bakıma hicret, firâk, vedâ!.. Ama hicret denince akla ilk gelen, Fahr-i Kâinat Efendimizin, târihin seyrini değiştiren, Beşeriyeti, Câhiliyetin zulmetinden kurtarıp İslâmiyetin Nûruna taşıdığı O Saâdetli Seyahattir ve ışıklı, müjdeli gerçek ‘İnkılâb’ın başlangıç noktasıdır!.. Tıpkı, kuvvetli ama verimsiz, acı asma’ya, tatlı ve bereketli üzümün aşılanması gibi, şeytânî nefislerin İslam imânının güzellikleriyle melekleştirilmesi ameliyatının ilk ‘neşter’ darbesi!.. Hicret, bir mânâsıyla da böyle bir ‘anahtar hâdise’ sayılmalı yavrum!..
- Hicret’i bana bu taraflarıyla da anlat, ne olur dedeciğim!..
- Biliyorum ki, senin his antenlerin çok kuvvetli… Yüz cildi, yüz kelimede rûhuna kaydediveriyorsun!.. Benim kekelediğim, ifadenin hakkını veremediğim yerlerde bile, işin doğrusunu anladığından eminim… “Lep demeden leblebi” misâli yâni…
- Ak sakallı, ak gönüllü dedem; benim gerçek hocam sensin!.. Ne desen, ne demesen başım gözüm üstüne!..
- Eh, işim kolay öyleyse… Çürük malıma bile müşteri hazır!.. Hicret bahsine devâma cesâretim geldi…
…
Düşünelim ki sûikastçılar kapıya dayanmışken, Peygamberimiz, kendi yatağına Hazreti Ali Efendimizin yatmasını söylüyor!.. Düşmana karşı hedef şaşırtma hîlesi ve bir nevi kamuflaj!.. Lebbeyk; yatıyor ve üstelik mışıl mışıl uyuyor!.. İtâatin zirve noktası: Teslîmiyet!..
Burada da iç içe pek çok ders var… Önce Efendimiz, bütün tehlikelere rağmen, Rabbimizin emir ve müsâadesi olmadan, son âna kadar Mekke’yi terk etmiyor!.. Teslîmiyetin de zirvesi Onda!..
Tehlikeli mevzîlere kendi canından birini, öz yeğenini sürüyor!.. Hazret-i Ali Efendimiz, bir cihetle, askerdir, kumandandır, ‘Kerrâr’, onun Mareşallık rütbesi!.. Onun şahsında, bütün ordu mensuplarına itâat ve teslîmiyet ders veriliyor!.. Ulülemre itâat!..
Sonra, düşmanlarının arasından görünmeden geçiverme mucizesi; gizliliğe ve sırra riayet!..
Ve Mağara!.. Yüce Allah ile beraber olunduğunda, bütün korkuların biteceğine dâir ‘uygulamalı’ ders!..
İlk zikir halkası... Zikr-i Hafî, gizli, sessiz zikir… Zâhiren iki kişilik, ama hakîkatte ‘İkinin İkincisi’ Sıddık-ı Ekber’in şahsında bütün ümmetlerin ve belki gelmiş geçmiş ümmetlerin de, yeniden açmış bahar çiçekleri gibi, öbek öbek çevrelenip katıldığı mahşerî, büyük halka!..
Ser-zâkir, Âlemlere Rahmet O Şanlı Resûl!.. Bu zikir meclisine, mahlûkatı temsilen o mübârek örümcek ve güvercin de katılmıştır elbette!..
…
Sevr Mağrası ilk eşik
Batın İlmi’ne beşik!..
…
Mağara’dan, uygun bir zamanda çıkıp, iki hafta kadar çöl yolculuğu… Peş peşe binbir çile ve zahmet, binbir müjde ve rahmet…
Nihâyet, günlerdir hasretle bekleşen Ensar Efendilerimizin üzerine Vedâ Tepelerinden doğan O pırıl pırıl “Ayın Ondördü”!..
Ah, ne olurdu… Bu Cennet Sahnesini gören bir kum taneciği de biz olabilseydik!..
- Evet… Her Vedâ’nın ardından Tulû’ eden Bedr-i Visâl!.. Ayıran varsa, kavuşturan da var elbet!..
- Dedeciğim… ‘Çağrı’daki kavuşma sahnesini hatırlıyorum… O sevinçli karşılama ilâhisi de hep dilimde, ezberimde!..
- Hiç unutma!.. Sıkıldığında hatırla, gönlüne ferahlık gelir… Sevgiliyi anmak rûhumuzu sevindirir!..
Gün doğdu Nûr Şehrin ufuklarında,
Kıpkızıl gök, mermerleri kanatan…
Koş Ona!.. Müjdeler dudaklarında,
Bir kubbe, bir Eşik ve Şanlı Sultan!..
Evet… Sultan, Otağa geldi!.. Artık gerisi vaad edilen fetihlere giden yolda ‘küçük’ ve ‘büyük’ savaşlar: Şanlı Bedir, ibretli Uhud, hârika bir müdâfaa Hendek, nifâkı bitiren Hayber ve irili ufaklı diğerleri; bunlar ‘küçük’ olanlar!..
Asıl ‘Büyük Harp’ ise, kişinin kendi nefsiyle teke tek kapışması!..
Biiznillâh hepsi kazanıldı!.. Keremli Mekke’nin Fethi ise, İlâhi Rahmet oluk oluk taştığı, en muannit düşmanların bile ‘fevç fevç’ İslâmiyet’e koştuğu, gönüllerin Fethi!.. Kanın silâhın değil, sevginin îmânın galebesi!..
…
Şükürden iki büklüm devesinde Peygamber!..
…
Bundan sonrasında Kur’ân’a ve Sünnet’e yapışılarak, nûrlu iman hizmetinin bütün cihâna yayılması… Bugün de yenileriyle sürüp giden hicret, çile, gayret, imtihan ve inşâallah nûr topu tâze zaferlerin şevkli, ümitli, sevinçli iklimi!..
- Dedeciğim, elbette ‘ümitvâr’ olacağız, ama haberlerde görüyorum; benden küçük çocuklar, yara bere içinde bombalardan kaçışıyorlar!.. Çok üzülüyorum!.. Onlara kim imdâd’edecek?..
- O mâsumcukların tek damla kanı için Merhametlilerin en Merhametlisi olan Yüce Rabbimiz, ‘Kahhâr’ ismiyle, o zâlimlerin hepsini kahredecek!.. Ancak İlahi Hikmet icâbı şimdilik ‘imhâl’ edip geciktirse bile, hâşâ görmezden gelip büsbütün ‘ihmal’ etmez, etmeyecek!..
Senin o güzel gözlerindeki yaşların hatırı için bile, dilerse, ‘Hak Sevdâlısı Yiğitler’ini ve ‘Ebâbil’ kamuflajlı ‘Melek Orduları’nı gönderir; bin sebep hâlkeder ve mazlumları salâha felâha çıkarıverir!.. O, ‘Ol!..’ der, her dilediği hemen olur!.. Zalimler için en kötüsü ise, hesâbın âhirete kalması!..
Duaları çoğaltalım… Önümüz Bahar!.. İnşâallah yakın zamân içinde müjdeli haberler gelecek… Kan ve gözyaşı dinecek… Güller goncada, sümbüller tomurcukta bizleri bekliyor!..
- İnşâallah güzel Dedeceğim!.. İçimi karartan hüzün bulutlarını dağıttın… Bana şimdiden bahârı getirdin!.. Seni çok, çook seviyorum!..