Çıracılar Sokağı'nın 65 yıl önceki hâli...
Dedelerden kalma üç katlı ahşap evin orta katında bir mûsikî meclisi… Karlı bir kış gecesi…
Odun sobasının iştihâlı çıtırtıları, belki sıcaklığından daha fazla içimizi, rûhumuzu ısıtıyor… Ses, ne esrarlı şey; en basit zannedileni bile fizik ötesi bir hârika!.. Mûsikî seviyesine yükseldiğinde ise bizi alıp nerelere nerelere götürüyor!..
Anneciğim kendi eliyle yaptığı enfes boza’yı misafirlere ikrâm ediyor. Kristâl bardakları buğulandıran buz gibi boza… Üzerinde taze kavrulmuş leblebi… İlerleyen saatlerde bu ikrâm faslı “tükenmez”le devam edecek!.. Tükenmez de nedir, niçin “tükenmez” denmiş?.. Kaybettiğimiz pek çok güzellikle birlikte o leziz Osmanlı Şerbeti de unutuldu, tükendi gitti!..
Mûsikî meclisinin hoca makâmında Hâfız Yusuf Efendi!.. Orta Câmi’de aktar… Vaktiyle Dâr-ül Elhân’da bulunmuş, mûsikîmizin inceliklerine vâkıf, mahfûzâtında dînî ve lâdînî pek çok eser bulunan ehil bir zât… Ders halkasında: babacığım Süleyman Şumnu, dayım Rızâ Nergiz, terzi Fahri Güneş Ağabey… Belki birkaç kişi daha, isimlerini yüzlerini hatırlayamadığım…Hâfız Yusuf Efendi, ellerini dizlerine vurup usul tutarak eseri önce kendisi okur, sonra tek tek ve topluca diğer zevâta okuturdu. Bazı hassas sesleri iyice benimsetinceye kadar, usanmadan tekrar ederdi… Bu an’anevî “meşk” tarzıdır işte!..
O da tükendi tükeniyor… Çocuk yaşımda o “özel konservatuar”dan bir hayli kulak dolgunluğu elde ettim, mûsikînin elifbâ’sını sökmeğe çalıştım…
Kış geldi firâk açmadadır sîneme yâre
Vuslat yine mi kaldı güzel, başka bahâre?..
Şevki Bey’in meşhur Hicâz’ının muhrîk nağmeleri, dışarıda uğuldayan karlı rüzgârın hüznüne hicranlı özleyişler mi katardı?.. Yoksa, harplerin, hicretlerin ve bin türlü iftirâkin o kasvetli zemîninde bile tâ içimizde büsbütün sönüp kaybolmamış bir “vuslat” ümidini, bir nevrûz cemresini mi fısıldardı, yaralı yüreklere?.. Şimdi düşünüyorum da, mutlaka ikincisi olmalı diyorum. Zirâ çevremdeki insanlardan nevmîd, bîkes, bîçare, ezâya teslim olmuş bir hâl hatırlamıyorum. O mûsikî top toplantıları, belki de birer “terapi merkezi”, birer “şifâhâne” idi… Esasen makbûl olan mûsikî “yetîmâne” duyguları değil, “ulvî hüzünleri”, asil neş’eleri terennüm etmeli. Gönül çiçeğini soldurmamalı; şevk ve recâ âb-ı hayâtı vererek onu sulamalı, canlandırmalı!..
Duygu dolu nice bestenin ve ilâhîlerin ardından Hâfız Yusuf Efendi: “-Bilmiyorum ben görebilecekmiyim… Ama sizler inşâallah ezan’ın aslî şekliyle okunacağı günlere erişeceksiniz… Şimdi vakitlerine göre öğrenmeye başlayalım. Önce Sabah Ezanı: Sabâ makâmında okunur, belli yerinde Dügâh çeşnisi görülebilir, işte bakın şöyle!” diyerek, sokaktan duyulmayacak kadar hafif bir sesle bizlere ezan ta’lim ederdi…
Nihâyet, 1950 bahârında “vuslat” esintileri hissedildi… Uzun, kasvetli yıllardan sonra Adapazarında ilk ezan, babam ile dayımın Orhan Câmii minâresinde okudukları “çifte ezan”dır; öğle veya ikindi ezanı… Babacığım derdi ki;
“-Uzun Çarşı esnafı, şaşkın bakışlarla, göz yaşları içinde minârenin altına doğru toplanıyor… İyi ki çifte ezan okumuşuz; dayın okurken ben doya doya ağladım, ben okurken de dayın!..”…
Bu hâdise bana hep Hz. Bilâl’in, Efendimizden yıllar sonra Medîne’de okuduğu o hasretli, yanıcı ve yakıcı ezanı hatırlatır!.. Demek “hasret” şu millet-i merhûme’nin âdetâ ekmeği, katığı olmuş târih boyunca…
“Pınar başında suya, yurdunda yurda hasret!..”
…
Ahşap Ev’deki o mûsikî meşklerinin bir meyvesi de şu oldu: Sevinçli , surûrlu yıllar başlamıştı artık. “Gâm gidip âlem yeniden can bulmuş”; halk hevesle Adapazarı’nda betonarme, kubbeli, çifte minâreli, altında çarşısı olan büyük bir câminin, Tozlu Câmii’nin inşâatına girişmişti… Çarşı katının üstu dökülmüş kapatılmış, ama dükkân duvarları henüz örülmemiş… Karaköydeki Yer altı Câmii’ne benzer, sık kolonlu o geniş mekânda terâvih namazları kılınıyor!.. Bizimkiler tam kadro müezzin mahfelinde; başlarında Hâfız Yusuf Efendi!.. O mübarek zâtın feyziyle, Adapazarı gibi bir kasabada “Enderûn Usûlü” kılınıyor terâvih!.. Yatsı’nın farzı Hicâz makâmında… Terâvihin dörder rek’âtlık beş bölümü ise, sırasıyla Isfahan, Sabâ, Hüseynî, Eviç ve Acemaşîran!.. Arada uygun ilahiler ve “makâm geçkisi” sağlayan, imam efendi için yeni makâmın seslerini hazırlayan husûsî ve farklı salâvâtlar!.. Nihâyet ara duâ ve vitr namazı… Hep belli makâm, belli tarz içinde…
Bu mânevî ziyâfet, elbette büyük alâka gördü. Cemâat dışarılara taşıyor ve câmînin tamamlanması için açılan teberrû sergileri leb’âlep doluyordu!..
…
Sonra… 17 Ağustos’ta Çıracılardaki mahzûn ev de, betonarme çift minareli Tozlu Câmii de yıkıldı gitti!..
Bârî bulayım söyle de sen, derdime çâre
Vuslat yine mi kaldı güzel, başka bahâre?..
diyen o yanık sesler de birer birer sustu, silindi!..
“O bestelerin çalınıp söyleneceği, gemilerin geçmediği ummanlar” nerede?.. Hayâl ufukları bulutlu, karanlık… “Akşamlar esmer yüzlü ve bahçeler gölgelenmiş”… Heyhât!.. “Yine bize gurbet, yine bize hasret dolu günler mi düştü?..”…
…
Olsun!.. Öyle oluversin; ne gâm!..
O nağmeler ve o “hoş sedâ” bâkî ise, yüzü Bâkî’ye dönükse; O’nu çağırıyor, O’na niyâz ediyorsa… O zaman bizler, yepyeni pırlanta kubbelere, hazansız taptâze esintilerine kavuşacağımız “gerçek vuslat” demini ümitle bekleyebiliriz!..
Bütün şu uçsuz dipsiz hasretin, her türlü “firkât”in ve “Lokman’ın bîhaber olduğu derdin” yegâne çaresi O!..
Ne kubbe kalır birgün
Ne mızrap ne tel bâkî,
Yâ Bâkî, Ente’l bâkî
Yâ Bâkî, Ente’l bâkî!..