TR EN

Dil Seçin

Ara

H2OOOOOOOH

H2OOOOOOOH

Eskiden bizim mahallede, hademe Kazım ve meşhur süpürge sopasının eşliğinde, okulun arka kapısından atılarak, eğitim öğretim hayatına orta ikinci sınıfta fiyakalı bir şekilde noktayı basmış, bir Mahmut abimiz vardı.

Uzun yaz günlerinde, Fiko’nun kahvehanesinin önüne postu serer; dili damağı kuruyup, ciğeri yandıkça da, içeriye doğru şöyle seslenirdi:

“Fikooo! Ordan bi HAŞİKİO getir oğlum!”

Fiko da, ilk mektebi alnının teriyle dördüncü sınıfın ilk çeyreğine kadar okumuş, eğitimli bir kimseydi. HAŞİKİO’nun ne anlama geldiğini bilir, Mahmut Abiye, “tuz ruhu” değil, her zaman bir bardak soğuk SU getirirdi..

Mahmut Abi HAŞİKİO’yu bir Japon markası gibi diline mi dolamıştı, yoksa gerçekten bunun suyun kimyasal formülü (H2O) olduğunu ve su molekülünü oluşturan 2 Hidrojen ve 1 Oksijen atomunu simgelediğini biliyor muydu acaba?

Ben soramazdım, kimse de sormadı...

 

Suyun çok acayip halleri

İki Hidrojen ve bir Oksijen atomunun el ele tutuşturulmasıyla yaratılan suyun, böyle iki yanıcı maddeden meydana geliyor olmasından, çok çok daha acayip halleri vardır.

Allah, suyu özel olarak hayat için yaratmıştır. Suyun pek çok özelliği, yeryüzündeki hayatın devamı için o kadar önemlidir ki, su=hayat’tır desek abartmış olmayız. En azından yeryüzü şartlarından, su hayattan asla uzak kalmaması gereken bir nimettir.

Bilim adamları inceledikleri evirip çevirdikleri, deney tüplerinde pişirip dondurdukları tüm maddeler için şunu söylerler:

Maddeler, özellikle de sıvı olanlar, ısıları düştükçe büzüşürler. Ve büzüştükleri için yoğunlukları artar. Yoğunlukları artığı için de, daha ağır olurlar. O yüzden, bir tanesi hariç, tüm sıvı maddelerin donmuş halleri, donmamış hallerinden her zaman daha ağırdır.

O bir tanenin hangi tane olduğunu anladınız mı? Evet, SU!

Su, tüm öteki sıvı maddeler gibi ısısı 4 dereceye inene kadar büzüşür. Ama ısı daha da düşecek olursa birden genleşmeye başlar.

Donduğunda ise iyice kendini koyverir ve genleşir.

Buzlukta unutulan su şişeleri işte bu yüzden çattadanak patlayıverir.

İçindeki su donup genleştiği için, artık şişeye sığmaz ve şişeyi kırar. O şişe, cam değil de, demirden olsaydı, yine suyun genleşmesi karşısında duramayacak ve çatlayıp patlayacaktı.

Aynı sebepten dolayı, meyve suyunuzun içine attığınız buz parçaları dibe batmaz, bardağın üstünde yüzer. Çünkü su donarken genleştiği için buz, sudan daha hafif olur.

 

Ya böyle olmasaydı...

Peki neden Allah tüm öteki sıvılara verdiği bir özelliği suya vermemiş. Onlar büzüşürken su genleşiyor!

İşte bunun yeryüzündeki hayat için çok önemli bir faydası vardır.

Eğer suyun böyle bir özelliği olmasaydı, dünyanın denizleri ve gölleri kış mevsimlerinde donmaya başladığında, donan parçalar denizin dibine çökerdi. Sonra yeni bir tabaka daha donar ve o da denizin dibini boylardı.

Böyle böyle denizler ve göllerin dibi buz tabakalarıyla kaplanırdı.

Kısa bir süre sonra suda yaşayan canlılar ölür, deniz ve okyanuslarda hayat biterdi.

Denizleri ve okyanusları buzla kaplı bir dünyanın karalarında yaşamak da mümkün olmazdı.

Mevsimler değişir, yağışlar tükenir, karalar çölleşirdi. Ancak kış günlerinde göllerin ve denizlerin sadece üzerleri belli bir miktarda buzla kaplanır. Buzların altındaki suda, balıklar ve öteki canlılar hayatlarına devam ederler.

Suyun yaratılışında öyle ince hesaplar vardır ki, bizim Mahmut Abi gibi, Haşikio deyip işin içinden çıkamazsınız.

Ancak hakkını yemeyeyim, Mahmut Abi, Fiko’nun getirdiği buz gibi soğuk suyu, itina ile yudumlamasının ardından, derin bir “oh!” çeker, elinin tersiyle ağzını kuruladıktan sonra da: “Yâ Rabbi şükür!” derdi.

Mahmut Abi iyi bilirdi, böyle yanmış bir kulunu serinletmek, Allah’ın işiydi.

Allah’ın pek ince hesaplarla yarattığı H2O, öyle tesadüfen bir araya gelmiş iki üç atomun oluşturacağı bir şey değildi.

Hem zaten bu atomlar, öyle tesadüfen bir araya da gelemiyorlardı ya, o da ayrı bir mesele...

 

Su akar ama nasıl akar?

Zeytinyağı akar, motor yağı akar, mürekkep akar, bal bile yolunu bulsa kendine göre akar ve tabii ki su da akar. Ama öyle kafasına göre akmaz su. Her sıvının kendine göre bir akışkanlık derecesi vardır. Suyun akışkanlık derecesi öyle bir karardadır ki, eğer daha az olsaydı, hayat şimdiki gibi bir hayat olmazdı.

Eğer su zeytinyağı kıvamında aksaydı, her şeyden önce onu lıkır lıkır içmek, şimdiki kadar kolay olmazdı. Ama iş bununla kalsa iyi, kalbimiz, %95’i su olan kanımızı vücudumuzun en ince damarlarına kadar pompalamak için çok daha fazla çalışacak ama yine de kılcal damarlar, kansız kalacaktı.

Katrandan zeytinyağına, zeytinyağından suya kadar sayısız akışkanlık değerleri vardır. Ama su için seçilen değer, hayat için en ideal olanıdır.

 

Su geç ısınır, geç soğur ama niçin?

İlkokuldan beri ezbere bildiğim bir cümle vardır:

“Sular geç ısınır geç soğur, karalar erken ısınır erken soğur!”

Bunu Mahmut Abi’ye söylesem ne derdi acaba?

“Mahmut Abi, biliyo musun haşikio, geç ısınıp geç soğurmuş!”

“Tabii lan kerkenez, havalar ısındı diye hemen denize koşmayın, karpuz kabuğu düşmeden suya girilmez. Geç ısınır haşikio!”

Peki güzel mavi gezegenimizin %70’inin su olduğunu düşünürsek, suyun bu geç ısınma ve geç soğuma özelliğinin dünyaya, daha doğrusu biz insanlara ve öteki canlılara ne gibi bir faydası vardır sizce?

Geç ısınan sular, gündüzleri özellikle Dünyanın sıcak bölgelerinde ısıyı adeta emerek, ortalığın sıcaktan kasıp kavrulmasına engel olurlar.

Geceleri ise, sular gündüzden depoladıkları ısıyı yavaş yavaş verdikleri için ortamın birden soğumasına engel olurlar. Bir nevi kalorifer gibi ortamı ısıtır sular...

Suyun bu özelliği sayesinde kış-yaz, gece-gündüz arasındaki ısı farkı hep belli bir oranda kalır.

Bu oran da, üzerinde kelebeklerden, gergedanlara ve insanlara kadar milyarlarca canlı türünün yaşadığı yeryüzü için en ideal orandır.

Eğer Dünya üzerindeki su miktarı şimdikinden daha az olsaydı, bu fark çok daha artacaktı.

Gece donacak, gündüz yanacaktık.

Mevsimler değişecek, yeryüzü çölleşecekti...

“Mahmut Abi ne diyosun?”

“Yâ Rabbi şükür!”