TR EN

Dil Seçin

Ara

Ben Bu Beyin miyim!

Ben Bu Beyin miyim!

Bu kalp benim. Ama bir insan olarak emin bir yerde belirmeye başladığım andan itibaren tıpır tıpır atan ve kimbilir ne zaman nerede tıp diye duracak olan bu kan pompası, ben değilim!

Bu her nefeste göğsümde kabaran, içine çektiğim hava ile sinemi ferahlatan ciğerler benim ama ben ciğer değilim!

Bu mide benim ama ben mide değilim! 

Bu karaciğer, bu böbrekler benim ama ben ne karaciğerim ne de böbrek...

Bu damarlarımda gürül gürül akan kan, benim kanım. Ama ben, ne kanım ne sadece kandanım...

Bu gözler benim. Ama üzerine gökyüzünün mavisi akseden bu kürecikler ben değilim... 

Bu kulaklar benim ama sabahları minicik serçelerin şarkıları ile neşelensem de, hüzünlensem de, ben bir kulak da değilim.

Peki ya bu beyin? 

Tıpkı diğerleri gibi bu beyin de benim!  

Peki ben? Ben beyin miyim?

Bu soruya cevap vermek diğerlerine cevap vermekten biraz daha zor. Çünkü ortada kafa karıştırabilen bazı durumlar var.

Bir kaza ya da ağır bir hastalıktan sebep ciğerinin yarısını ameliyat masasında bırakmak zorunda kalan biri, narkozdan ayıldıktan sonra, Phineas Gage gibi bambaşka biri olmaz. Terbiyeli ve çalışkan bir adamdan, ahlaksızın küfürbazın önde gidenine dönüşmez mesela...

Böbreklerinden birini kaybeden bir başkası, okuma ve yazmayı unutmaz. 

Mide ameliyatı geçiren ve midesinin hatırı sayılır bir kısmı tıbbî atıklar kutusuna postalanan birinde, konuşma bozukluğu baş göstermez, hafızasında bir kayıp, görmesinde bir zaaf olmaz...

Bademcikleri yahut apandisiti alınan bir hasta, daha önce hiç yapmadığı türlü acayip huylar edinmez, bildiği şarkıları unutmaz, aynaya baktığında “Bu da kim?” diye sormaz.

Oysa beyninin, bademcik kadar bir minicik parçasına zarar gelen birisi, bu saydıklarımızdan birini hatta birkaçını birden yaşayabilir. Bambaşka birine dönüşebilir; hafızasını yitirebilir, gözleri ve kulakları sapasağlam olduğu hâlde kör ya da sağır olabilir. Hayatı boyunca gördüğü yüzleri artık tanımıyor olabilir. Huyu değişebilir, konuşması farklılaşabilir. Daha önce sevdiği şeylerden nefret edebilir. Korktuklarından artık korkmaz, yeni korkular edinebilir...

Öyleyse ben, kafatasımın içinde taşıdığım, neredeyse tamamı sudan ve yağdan yaratılmış bu karnabahara, ceviz içine ya da çiğnenmiş bir sakıza benzeyen, üstelik küflü peynir gibi koktuğu söylenen organ mıyım? 

Ben, beyin miyim?

 

Piyanonun Tuşları

Ne zaman bir piyano sesi duysam, havada görünmez kristal kelebeklerin uçuştuğuna dair tuhaf bir hisse kapılırım. Bu görünmez kristal kelebeklerden bazıları pencerelerden uçar gider, bazıları duvarlara çarpıp paramparça olur ve her bir parça, bir minicik kristal görünmez kelebek olarak, odanın içinde bir süre daha uçmaya devam eder. Zaten görünmez olan kelebekler, kısa bir süre sonra duyulmaz hâle gelip, bütün bütün kaybolduklarında, yerlerini yenileri alır ve piyano çaldığı sürece bu böyle devam eder...

Eğer bazılarının inanmayı tercih ettikleri gibi beynimin sadece %10’unu kullanıyor olsam bile, bir piyano sesi duyduğumda, birinin piyano çaldığını bilebilirdim. Duyduğum ses, doğrudan bir piyanodan değil de, bir müzik çalardan geliyor olsa bile, dinlediğim kaydın, bir zamanlar çalınan bir piyanoya ait olduğunu söyleyebilirdim pekâlâ. “Bu adam” derdim mesela, “Chopin’i ne de güzel çalıyor...”

Ve eğer “Bu ses nereden geliyor?” diye sağa sola bakınır da, ortada bir piyano görürsem, o görünmez kristal kelebeklerin kaynağını bulmanın sevinciyle piyanoya yaklaşır, sağını solunu inceler, tuşlarına dokunur, birkaç acemi kristal kelebek de ben çıkarıverirdim piyanonun tuşları arasından.

DO Mİ Mİ DO DO Mİ Mİ DO DO Mİ FA Mİ RE RE RE... 

Ama sonra yine etrafa bakınmaya başlar ve piyanisti arardım. “Piyano burada tamam ama” derdim, “Piyanist nerede?”

Sonra kendimi bildim bileli peşimi bırakmayan o melanet ses, ürpertici fısıltısı ile bir kez daha ortaya çıkıp konuşmaya başlar.

– Ne piyanisti? Piyanist falan yok. Bu piyano kendi kendine çalıyor.

– Kendi kendine mi çalıyor dedin sen?

– Evet, kendi kendine! Piyanist falan yok!

– Sanırım yakında şu %10 işine ben de inanmaya başlayacağım.

– Ha?

– Boşver, uzun bir hikâye bu. Ama kimse beni, bu piyanonun kendi kendine çaldığına inandıramaz tamam mı?

– Bu kendi kendine çalabilen bir piyano!

– Kendi kendine çalan bir piyano mu? Aha ha ha! Güldürme beni! Bu piyona asla kendi kendine çalıyor olamaz. Çünkü bir piyanonun kendi kendine çalıyor olması için, birinin kendi kendine çalabilen bir piyano icat etmesi gerekir. Ve eğer birisi, kendi kendine çalabilen bir piyano icat ettiyse, bu, piyanonun aslında kendi kendine çalmadığını gösterir.

– Ama bu piyano çalıyor işte!

– Nasıl?

– Ne nasıl? Nasıl çaldığını mı soruyorsun? Bu yapay zekası olan olağanüstü teknoloji ürünü bir piyano! Sana bunu anlatamam çünkü çok karmaşık bir yapısı var.

– Nasıl çaldığını sormuyorum! Kendi kendine çaldığını iddia ettiğin bu piyanonun, nasıl “var olduğunu” soruyorum. Herhalde kendi kendine var olduğunu söylemeyeceksin bana...

– Neden söyleyemeyim.

– Çünkü bir şey için, “kendi kendine var oldu” demek, “bir zamanlar yoktu” demektir. Bir zamanlar yok olan bir şey de, kendi kendine VAR olamaz. Çünkü kendi YOK!

– Eee... Bak işin bu kısmını ben de henüz çözemedim ama çalıyor işte sen de duydun...

– Evet duydum ve duyduğum sesler bana bir piyanonun varlığı kadar, bir piyanistin varlığından da haber veriyor. Çünkü çıkan seslerden anladığım kadarı ile tuşlar hareket ediyor. Hem de gelişi güzel hareket etmiyor tuşlar. Belli bir sırayla, belli zaman aralıkları içinde son derece hassas bir ölçüler ile hareket ediyorlar. Teller titriyor ve sesler bu piyanonun içinden çıkıyor.

Eğer bu tuşlar bozulsa ya da bu teller kopsa artık o piyanodan böyle sesler çıkmaz. Ama seslerin piyanodan çıkıyor olması, onun kendi başına çalıyor olduğunu göstermez. 

Bu bir piyano! Ama ne bir piyanist, ne de bir Chopin! O duyduğumuz sesleri, piyano kendi başına çıkaramaz ve o besteleri de piyano yapamaz. 

– Ama bu piyano bozulduğunda hiçbir piyanist onu çalamaz!

– Evet doğru... Bu yüzden piyanonun çalışıyor olması önemli.

– Eeee...

– Ama bu, bütün maharet piyanoda demek değil. Dünyanın en mükemmel piyanosu da olsa, o tuşların üzerinde gezinen bir parmak olmadığı sürece hiçbir şey çalamaz. Oysa sen müziğin piyanodan çıktığını duydun diye her şeyi onun yaptığını iddia ediyorsun. Bunun ne kadar saçma olduğunun farkında değil misin?

– Eee.. Şey! Biliyor musun insanlar beyinlerinin %10’unu kullanıyorlarmış.

– Başkalarını bilmem ama senin o kadarını bile kullandığından emin değilim ben.

– Bu ne demek şimdi?

– Sanırım serebral korteksinde ciddi bir sorun var demek...

İşte benim beynim de tıpkı o piyano gibidir. Nöronlarca tuşları olan bir piyanodur o. Glia hücreleri adedince tuşları... Ve bütün piyanolar gibi çalabilmesi için bir piyaniste ihtiyacı vardır.

 

Piyanist, BEN’im! 

Ve kendi şarkımı çalabilmek için o piyanoya ve onun sapasağlam olmasına ihtiyaç duyarım...

Tuşları yerinden çıksa, kırılıp dökülse, telleri kopsa, akordu bozulsa göremem, duyamam, koklayamam hatta sevemem ve sevdiklerimi düşünemem...

Bu bedenin içinde bir ruh olarak var olduğum sürece de, ona olan ihtiyacım hiç bitmez.

Görmek, duymak, dokunmak, koklamak, konuşmak, şiir yazmak, şarkılar söylemek, ip üzerinde yürümek için... 

Yaptığım, yapacağım ve yapmayı istediğim her şey için ona ihtiyacım var. 

 Şarkımı çalmak için, yaşamak ve özgür bir kaz gibi birgün onu kucaklayabilmek için can attığım şu mavi gökleri hasret hasret seyretmek, hayatımın bestesini yapmak için bir beynim olması gerek... 

 

Bu Beyin Benim Ama Ben, Bu Beyin Değilim!

Ben böyle muhteşem bir beyne sahip olanım.

Parmağımın ucu kadar bir beyin parçasında olan biten bağlantıların sayısı, Samanyolundaki yıldızlardan bile fazla olan ve milyarlarca tuşu olan bir piyano gibi bir beyin bu! Ve ruhum, o piyanonun başında, notaları dünyanın dört bir yanına dağılmış, kimi rüzgârlara kapılmış, kimi ağaç dallarına takılmış, kimi başka insanların ve başka şarkıların arasına karışmış, saçlarına dolanmış bir şarkıyı çalıyor, çalmaya çalışıyor... 

İşte o şarkı, benim hayatımın şarkısı... 

Belki de hayatım, ruhumun bu âlemde çalıp söylediği o şarkı...