Hayatın zorlukları karşısında bizi savunmasız bırakan ve aslında bir proje olarak gerçekleştirilmiş ‘ben’lerimizden vazgeçmemiz, kendimize yabancılaşacağımız anlamına mı gelir?
Zafer’in Şubat ve Mart sayılarında birbirinin devamı iki yazı yayımlamıştım. ‘Her şey nasıl değişmez?’ ve ‘Her şey nasıl değişir?’ başlıkları altında; mekânın, yani gerçekliğin can yakıcı olduğu durumlarda yer değiştirmenin çözüm olmadığı, çünkü problemin ‘hal’imizden ve varlık karşısında konumlanışımızdan doğduğu söylenmişti. Çözüm adına ise; ‘hal’imizle yüzleşmemiz gerektiğine, bu yüzleşmenin bizi ‘değişim’e sürükleyeceğine, dolayısıyla var olan durum karşısında ‘yetmezlik’ gösteren ‘ben’imizden sıyrılıp bir başka ‘ben’e gideceğimize dikkat çekilmişti. Bu sürecin yaşanması için bir şeyin yapılması gerektiği ifade edilmişti: kendimizi başka ‘ben’lere açmak... Okuyucudan, yaşanan bir durumu eşelediğimiz için teşekkür almakla birlikte, bazı sorular da geldi. Sorular şöyle: Kendi benimizden başka bir bene geçmek bizi yabancılaştırmaz mı? Bir başka ‘ben’i ne kadar kendi ‘ben’imiz kılabiliriz? Edindiğimiz yeni ‘ben’le eski ‘ben’imizin çatışması içinde bölünmez miyiz? Bu bölünmüşlükle hayatı yaşadığımızda daha büyük bir rahatsızlık duymayacak mıyız?
Sorulara geçmeden önce bir hususa değinmek gerekiyor. Hayatı çözmüş ve öylece yazan, başkalarına ‘doğru’ satan, nasihat eden bir adam görüntüsü vermek, ‘hayat doktoru’ olarak algılanmak istemiyorum. Bu satırların yazarı ‘tarihin sonu’na varmış, orada nihaî sözler söyleyen biri değildir. Yazdığı şeyler, ‘mutlak doğru’ olarak okunmamalı. Hayır, öyle bir şey yok. O sadece kendince bir okumada, zihin ve kalbinin el ele verişiyle çıktığı yolculuklardan edindiği notları paylaşıyor. Bu yolculuklardan kendisine çıkardığı dersleri ortalıkta seslendiriyor, o kadar. Ve şuna inanıyor: Kendisi için iyileştirici olan şey ‘başkası’na iyi gelmeyebilir. Çünkü biliyor ki, ‘başkası’, kaderinin öznelliğinde farklı ‘doğru’lara varabilir.
Okuyucudan gelen sorulardan hareketle vardığım sonuçları ise şöyle açıklayabilirim:
‘Ben’lerin toplandığı, iç içe geçtiği mekânlara doğarız. İlk önce, bize en yakın duran anne ve babalarımızın ‘ben’leriyle karşılaşırız. Hiç şüphesiz bu ‘ben’ler de, büyükanne ve büyükbabalarımızdan bağımsız değildir; ‘ben’lerinden izler taşır. Her anne-baba, doğurdukları çocuğa kendi ‘ben’lerini taşımak ister, bunu tabiî bir hak bilir. Anne ve babalar, çocuklarını bir proje gibi değerlendirdikleri için, onları kendilerine benzetmek ve yapamadıklarını üzerlerinde gerçekleştirmek isterler. Bu sebeple, ‘anne ve babalar, sadece evlatlarının kendilerini geçmesini ister’ denir. Çünkü çocukları onları geçmekle düşleri gerçekleşmiş olur; proje hedefine ulaşmıştır. Bu böyle olmakla birlikte, evlat ile ilişkide, evladın anne-babayı aşması öne çıkmaz, anne ve babanın, çocuklarını kendilerine benzeştirme çabası ağır basar. Anne ve babalar bir şey yapar: benliklerini belirleyen ‘doğru’ ve ‘yanlış’ları çocuklarına aktarmak... Bu sebeple her çocuk, hayatı kavramaya başladığında, ‘doğru’ ve ‘yanlış’ının, anne ve babanınkiyle bire bir örtüştüğünü fark eder; anne ve baba kökünden, sokağa ve hayatın içine uzanmış bir dal olduğunu hisseder.
Çok şeyin karşılaşıp dönüştüğü hayatta; statik yapısını, hayat algısını çok da fazla yenilemeyen, yenile(n)meyi döneklik sayan toplumsal bir ben içinde yaşıyoruz. Aileye eklenmiş ‘ben oluşturucu’ mekân olarak sokak ve okul, anne ve babalardan edinilen ‘ben’i kemikleştiren bir fonksiyon görür. Sokak ve okulun da, geçmişten alıntıladıkları değişmez ‘doğru’ ve ‘yanlış’ları vardır. Ve biz de, yıllar içinde bu ‘doğru’ ve ‘yanlış’lara gire çıka, bunların mutlaklığına inanır hale geliriz. Aile, sokak ve okul sürecini bitirip hayatla yüzleştiğimizde bir yanılgıya düşeriz. Sanırız ki hayatla diyalogda olan biziz. Oysa kendimizin değil, aile, sokak ve okulun kurduğu bir biz olarak varız; anne ve babamızın, sokak ve okulun oluşturduğu ‘ben’imizle hayata müdahil oluruz. Yüzümüzdeki mimikler, üzerimizdeki elbiseler bugünü değil, tarihimizi gösterir. Anne ve babalarımız da kasılarak, ‘kimin evladı!