TR EN

Dil Seçin

Ara

Suratsız Sûret Çağı / Yolculuk Notları

Bizi etkilenmeye davet edermişçesine hayata açık duran, devamlı tesir altında kalan yüz, nasıl oluyor da bugün, hayatın renkliliğini taşımıyor?


 

İki saate yakın bir zamandır, balkonda, Zafer’e yazmayı düşündüğüm yazıya başlamak istiyorum. Mümkün olmuyor. İlk cümleyi kuramıyorum. Temmuz’un ilk günleri... Evin kuytu köşelerine kadar sokulmuş sıcaklardan balkona kaçmış, ama bu sefer bir düğünün çığırtkan gürültüsü rahat bırakmıyor. Terbiye edilmemiş bir sesten dökülen kıytırık şarkılar zihnimi taciz ediyor.

Defteri kapatıyor, adına ‘düğün’ denen şeye kümelenmiş ne kadar şey varsa, zihnime bunlar hücum ediyor. Hiç şüphesiz, sıradan bir sesin bağırarak söylediği şarkılar, iki insanın evleniyor oluşuna işaret ediyor. Evlenmek ki, iki insanın birlikte çıktıkları yolculuk anlamına geliyor. Birbirini tamamlayan, ama aynı zamanda birbirine karşıt iki insanın, ‘bir arada yeni hayatlara vesile olmak’ gibi, varoluşsal karşılığı olan niyetlerinin ifadesi düğünlerinde, şamatanın anlam, ne? ‘Bırakın da, halkım oynasın, eğlensin!’ demeyin.

İnsanın kalbini iyileştiren, yüzüne en soylu tebessümü yerleştiren bir başka türlü sevinçten yoksunluğun adı bu olsa gerek. Öznelliği yitirmek kendine haslıktan uzağa düşmek, üretilmiş kıvraklıkların tüketicisi olmak gibi bir şey...

Kalabalık renk vermiyor. Bindiğim vapurda, içinde kaldığım yüzlerce insanın yüzüne bakıyor, mimiklerinin peşi sıra gidiyorum. Üzerlerine geçirdikleri kıyafetlerin kesim biçimlerinden, giysinin sardığı bedenin öz beğenisini arıyorum. Yok, yok! Hiçbir yüz dinlendirici gelmiyor, insana el uzatmıyor. Sanki, vitrinlerde yan yana dizilmiş mankenler firar edip vapura doluşmuşlar. Aynı suretten onlarcası duman üfürüyor. Biraz önce, hedefine yönelmiş bir ok gibi suya dalış yapan martının hayata ne kattığı, kimsenin umurunda değil.

Dizlerimin üzerine yaydığım, üç aylık edebiyat-sanat-düşünce dergisi Aries’in ‘yüz’ sayısına dönüyorum. Emmanuel Levinas’ın yazısını, kaldığım yerden okuyorum: ‘Yüzün teni en çıplak, en yoksun kalan şeydir. Yüzde özsel bir yoksulluk vardır; bunun kanıtı söz konusu yoksulluğun poz yaparak, tavır alarak maskelenmeye çalışılmasıdır. Yüz, bizi bir şiddet eylemine davet edermişçesine tehlikeye açıktır, tehdit altındadır.’

Evet yüz, insan elinin en az müdahale ettiği yerdir. Her şeyi serbest piyasanın içine çeken kapitalist ve epikürist el, ‘yüz’e müdahale etse de, yine de onu topyekün örtemiyor. Yüz, üzerinde durduğu bedenin ruhunu en çok dillendiren merkez olmaya devam ediyor. Bu, ‘poz yaparak’ ve ‘maskelenerek’ yoksulluklarını örten yüzleri inkâr ettiğimiz anlamına gelmiyor. Yazımızın konusu zaten bu... Yoksul yüzler...

Bizi etkilenmeye davet edermişçesine hayata açık duran, devamlı tesir altında kalan yüz, nasıl oluyor da bugün, hayatın renkliliğini taşımıyor? Bu kadar yüz, hangi evrimle, mankenlerin tek tip kansız yüzüne dönüştü?

Levinas’ın ‘yoksul yüz’ tanımlamasının, eksik olduğunu düşünüyorum. Eğer ‘yüz’, ‘iç’in dışa taşınmasıysa ve taşınan şey yoksulluksa, bu ‘iç’in yoksulluğudur. Çünkü ‘yüz’ kendini değil, ‘iç’i anlatır.

Konu bu değil, bir vakıa olarak var olan ‘yoksul yüzler’i merak ediyoruz. Şurayı burayı dolduran yığınların sadece gürültü üretmesinin sebeb-i hikmetini merak ediyoruz.

Leonardo Da Vinci şöyle der: ‘Eğer doğa, yüzün değişik parçalarının oranlarını değişmez bir kurala bağlasaydı, insanların yüzleri o denli biri birine benzerdi ki aralarından birini ayırt etmek imkânsızlaşırdı. Ama böyle davranmamış ve yüzün beş bölümünü alabildiğine çeşitlendirmiş: Ve bunların ölçülerine neredeyse evrensel bir kural getirirken, tek tek durumlarda bu kurala yeterince katı biçimde uymamış, böylece de birini ötekinden ayırt etme imkânını vermiş bize.*

Yüz’e eklenen, onu karşılıyor diye kullanılan iki isim daha var: Surat ve suret...

Surat’, insanın doğuştan getirdiği ve Leonardo Da Vinci’nin de ‘ötekine benzemez’ dediği kendine (kişiye) haslıktır. İnsan, onu ortaya koyan/ele veren bir surata sahip olarak doğar. ‘Surat’ bir anlamda insandır; şekil, renk ve mimikler suratını, suratı ise kendisini bütünler. ‘Suret’e ise, ‘suratın, bir kalıp içinde sunumu’ diyebiliriz. Suratın verdiği poz, surata geçirilen artı şeyler... Birisi anıldığında, o kişiyle ilgili zihnimize düşen ilk görüntü...

Her surat, zaman içinde sûretini doğurtur; kendine bir elbise (poz-maske) giydirerek başkalaşır. Bugün olduğu gibi... Her ne kadar, surat, biyolojik anlamda farklılığını korusa da, kendini sunarken, genel geçer bir maske kullanarak deforme oluyor. Maksat, ‘başkası’nın gözlerine beğenilmek, ‘dış’ın kabulünü almak... Bugünün hakim beğenisi de, küresel tek renkliliktir. Piyasada tek rengin, bir tek maskenin (yani sûretin) iktidarı vardır: Başkası tarafından beğenilmek... Beğenilmek sûretiyle, ‘başkası’ üzerinde iktidar kurmak... İlginç değil mi? Modern birey hem ‘başkası’na muhtaç, hem de muhtaç olduğu ‘başkası’ üzerinde bir iktidar kurma peşinde... Gelinen yerde, hemen bütün suratlar aynı sûreti giymiş bulunuyor.

Evet, kalabalığın renksizleşmesi, aynılaşmış fertlerden oluşması, vitrinlerden sokağa dökülmüş mankenlerin soğuk yüzlerini çağrıştırması, ‘tek tip sûret iktidarı’ sebebiyledir. Her kapının kilidini açacak bir anahtar şeklinde kabul gören ‘moda sûret’in suratları ele geçirmişliği söz konusu. ‘Kişiliksiz’ olduğunu düşündüğümüz şekillere ‘suratsız!’ deriz ki, bu; suratı örten, ama kişilik kazandırmayan tek sûret iktidarını işaretler.

Sûret; surat gibi, ele avuca gelen, görünen bir şey değildir. O ne burun, ne göz, ne de kaştır. Bir kurmacadır o; üretilmiş bir şey... Hani, ‘Her insanın artık bir maskesi var.’ diyoruz ya... ‘Maske’ derken neyi kastediyorsak, işte sûret o şey. Fotoğrafçıya verdiğimiz şık görüntü gibi bir şey sûret; bizde olmayan, ama varmış gibi kabullendiğimiz... Her şeyin sanallaştığından bahsediyorsak, Baudrillard ‘simulark simulark’ deyip duruyorsa, bu, modem bireyin, bir kurmaca olarak dolaşımda olan ‘moda sûret’in içinde yaşadığındandır.

Surat’a insanın kendisi demiştik. İnsan ise, yani surat, görülmek ve beğenilmek istiyor. Böyle olunca, serbest piyasada en çok rağbet gören renge asılmayı kaçınılmaz görüyor. Hangi sûret alkışlanıyorsa, ondan bir tane edinmeye çalışıyor. Bütün gayretini, edinmeye çalıştığı, edindiği sûreti geliştirmeye ve korumaya adıyor. Ve bu sûret de, çoğu zaman; para, güç, imaj ve statüyü işaretleyen oluyor. Bu vasıflara sahip çok fazla sûret yok, hattâ birden fazla değil. Başarılı ve yetkin olanın sûretidir iktidarı ele geçiren. Bu tek sûretin iktidarı, sonuçta suratları dönüştürüp (her birinin farklılığını rengiyle örterek) aynılaştırıyor.

Dünya; illâki ‘başarı’ diyen, ‘bir numara olma’ rüyalarını gören, önüne çıkan her şeyi kutsadığı maksada kurban eden tipleri doğurtan bir toprak parçasına dönüştü. Salt aklı üst başlık edinen başat kültür de, bu toprağı sulayıp duruyor.

Dinlerin neredeyse ilk sözü olan, ama daha çok Sokrat ile şöhrete kavuşan, ‘kendini tanı!’ uyarısı, ne zamandan beri, ‘kendini yücelt!’e dönüşmüş?

Bu sorunun cevabını arayan çoğu insan, Nergis’in nehirdeki görüntüsüne aşık olmasına ve ondan sonraki ‘ben seviciliği’ne gönderme yapıyor. Nergis anlatısı, ben seviciliğin başlangıcı olabilir mi? Kanaatimizce hayır; başlangıç değil, belki işaret olarak okunabilir. Tek sûretin iktidarı, yani ‘suratsız sûret çağı’, insanın ‘kendini tanı!’ uyarısına yabancılaşmasıyla başlar. Ve burada en merkezi nokta, insanın ‘ben’ dediği şeydir; Said Nursi’nin ‘Otuzuncu Söz’de derinliğince anlamlandırdığı ‘ene bahsi’ yani...

İnsan kendini tanımayı/kurcalamayı bırakıp ‘ben’ini sevince, ‘ben’ diye hissettiği şeye yaslanıp yola koyulunca, yol boyunca karşılaştığı her şeye ‘efendilik’ tasladı. ‘Her şeye müdahalede bulunma hakkı’ olarak efendiliği, bir sûret olarak benimsedi.

Modern bireyin ‘bir numara’ düşü, ‘başkası’nın omzunu ezerek gerçekleştirdiği ‘başarı’, bir vehim olan bu ‘efendilik’ten besleniyor. Çünkü ‘ben’ine yüklediği anlamla (efendilikle) hayata yöneldiğinden beri, kendi sûretini de dikiyor. Bir şey daha yapıyor: suratından sûretine giderken, ‘siret’ini ortaya koyuyor; içini, hâlini, tavrını, gidişini, ahlâkını... Sireti ise, suratsız sûret çağının ahlâkını belirliyor: Vur, çal, öldür, ama başarısız olma!

Şimdi bu, ahlâk mı?


* Leonardo Da Vinci'nin, ‘yüz’ü ‘doğa’ ile izah etmesi, ayrı bir konu.