Burası Bağdat... Allah’ın yarattığı varlıktan bir parça... Diğer yerlerde ne yaşanıyorsa Bağdat’ta da o yaşanıyor: Güneş doğuyor, yağmur yağıyor, toprak yumuşuyor, ekinler bitiyor, kuşlar bir yerden başka bir yere göç ediyor, insanlar aşka yakalanıyor, evleniyor, çocukları oluyor. Mevsimlerden o da geçiyor; kış, bahar, yaz ve sonbahar...
Bağdat sadece bir toprak parçası değil, aynı zamanda bir aile... Baba ve annelerden, kötülüğe bir yerinden bulaşmamış çocuklardan, tanışıklığın verdiği güven içinde birbirlerine yürüyen akrabalardan oluşan büyük bir aile... Yeraltı zenginliğiyle, stratejik önemiyle, uzayıp giden çölüne konmuş insan gruplarının birbirlerini iten özellikleriyle insanını gölgelendiren tarihî bir çınar...
Bağdat, kurulmuş bir sofra... Bu sofranın şatafatlı yerinde aile reisi oturuyor. Ailenin diğer fertleri ise bakışlarını reisin gözlerine dikmiş, müsaadesini bekliyorlar. Nasipleri, verilen müsaade kadar oluyor. Evet, bildiği bildik bir reisleri var. Yine de bir sofrada oturuyor olmanın şükrü içindeler. Tamam.. gözlerinde çiçek açan, tebessümlerinden kırlangıçlar uçan, parmak uçlarına kelebekler konan bir reisleri yok, bunu kabullenmiş değiller; ama sofrasız kalmak tehlikesi, sokaklarını ve Bağdat’ı yitirmek korkusu, reise dönük itirazlarını sümenaltı ediyor.
Bağdatlı çocukların evlerinin kapısı büyük bir hınçla dövülüyor. Bu vakitsiz dövüşün ve yersiz hıncın sahibi de kim? Hayra alâmet olmayan bu kapı dövüşü, evlerinin içini nasıl bir haberle dolduracak? Reisin gözleri yine kocaman oluyor, çocukların dudakları korkuyla titriyor, kaşıklar bir bir sofraya düşüyor. Ay durduğu yerde donuyor, yıldızlar korkuyla kayıyor, ağaç kovuklarında uykuya hazırlanan kuşları tedirginlik basıyor, Dicle ve Fırat’ın akışları hüzünleniyor, geniş yollardan elleri silahlı adamlar geçiyor, uçaklar bomba taşıyor, gemilere füzeler yükleniyor, bol ışıklı salonlarda ölüme komut veriliyor.
Bağdat kapısını döven adamlar kararlı; kapıyı açacaklar, olmazsa kıracaklar. Bağdat’a komşu evlerin insanları bu gürültüyle pencerelere koşuyor, ‘Yine mi Bağdat, yine mi aymazlık! Kızılderili’nin, Afrikalı’nın, Vietnamlı’nın ve en son Afganistanlı’nın kanı pahasına araklanan sofralar yetmedi mi? Bu ne doymazlık böyle?’ diyorlar. Yakın-uzak evler bu sorularla doluyor ve ‘Ne Bağdat’ın ne de başka bir yerin kapısı kırılmasın, çocuklar sofrasız kalmasın, insanlar kahredici bir ölümle çekip gitmesinler.’ itirazıyla hareketleniyor ama, hiçkimse, Bağdat’a dayanmış zorba insanların yakasından tutup çekemiyor. Öldürerek var olma düşüncesi dağıtılamıyor, Bağdat’ın üzerine çöreklenen hıncın önüne geçilemiyor. Görünen o ki; Bağdat’ı dövüş devam edecek, kapılar kırılacak. Bağdat’ı devamlı dövülecek bir kapı haline getiren sevimsiz reis ile kötülüğe bir yerinden bulaşmamış iklimin çocukları, kırılan kapıdan içeri giren uygar vahşilerin tekme-tokatlarıyla sofradan uzaklaştırılacak.
Bağdatlı çocuklara, ‘Kalkıp gidin bu sofradan, olmazsa ölün! Bu sofraya biz oturacağız. Toprağın altında kıvrılıp uykuya yatmış petrol isimli güzelin koynuna girmek, ondan gelecek emmek bizim hakkımız!’ diyorlar. Kameralara, gazetelerin manşetlerine bu görüntü düşüyor. Uygarlığın vahşeti, yorumu gerektirmeyen çok net bu fotoğrafla, kutsal metinlerin ‘iyi’sinden ve insan zihninin kazanımlarından yana kalan insanlarla alay ediyor. ‘Bağdat Bağdatlı çocuklarındır!’ dendiğinde, uygar vahşi kovboy, ‘Hayır! Bağdat ve bütün dünya nimetleri benimdir, çünkü daha güçlüyüm!’ diyor.
Geleceğe ve uygarlığa dair iyimser düşler gören herkesin başına kara bir şal atılıyor; insanlar güneşsiz bir kubbe altında kalıyor. Eteklerinde ölüm dolaştıran gri metal bir uygarlıkta, yıldızsız ve yağmursuz, ama bolca füzeli... İnsanı sıkıştıran doğanın ‘kötülükleri’nden uzak daha güvenilir bir iklim kurmak adına yola çıkan zihnin bütün değerleri sükût ediyor. Vahşi kovboyun gözlerinde cisimlenen vahşet, sinemasında kurguladığı vampirlere dönüşerek hayata pençe atıyor.
Burası Amerikan kurgusalına ayrılan bir sinema salonu değil, burası Bağdat! Franz Kafka’nın ‘Amerika’sından beslenmiş George diye birinin şahsında hayata geçen uygarlık, yani vahşet, bütün bir insanlığı midesine indirmek üzere Bağdat’ı dövüyor. Sofradan kaldırılacak olan biziz; şiir, sanat, felsefe, hak, hukuk...
Bu bir savaş değil, asla değil!... Savaşın tarafları olur, her biri karşındakine kendini dayatır. Ve tarafların kendilerince ‘makul’ sebepleri olur. Ama burada ‘taraflar’ yok, ‘taraf’ var; ‘makul sebep’ ise baştan ayağa bir vahşet...
Bu bir savaş değil, saldırı!... İnsanın doğasına saklanmış doymazlığın, uygarlığın koynunda vahşi bir despota dönüşmesi... İlk çağ, orta çağ ve son çağ sarmalında parıldayan ‘ilerleme’ düşünün ‘iyilik’ getirmediğini gözümüze sokan bir saldırı... Vahşetin ve kötücülüğün, masumiyete ve iyimserliğe saldırısı... ‘Ahlâk’sız aklın ve ‘değer’siz mantığın, ‘hak’a tecavüzü...
En önemli soru şu:
Savaşa, daha doğrusu ölüme asılan ‘Amerika’ nasıl bir şeydir?
‘İnsan’ dediğimizde; kutsal metinlerin, tarihin ve anlam kurucuların ‘iyi’ adına inşâ ettiği bir yapıya vurgu yaparız. Bu yapı içinde görünür hâl alan bir varlık olarak insan; doğasının menfî kıvrılmalarına rağmen ‘iyi’yi geliştirmişliği, ‘kötü’ye karşı konumlanışı, ‘güç’ karşısında ‘hak’ın seslendirilişini işaretler. Bu ‘insan’ın vazgeçilmez ‘değerleri’ vardır. Hem kendindeki menfîliğe, hem de yeryüzü ölçeğinde kurumlaşmış ‘kötü’ye karşı koruduğu değerler... Korumacılıkta konumlanmış bu misyon, insana ‘güncel çıkarlar’ını kaybettirse de, yine de bundan vazgeçmez. Çünkü o, savunuculuğunu yaptığı değerler demektir; bu değerler olmadığında, kendisi de yoktur.
Evet ‘insan,’ menfîliği bastıran ahlâkî değerlerden sıyrıldığında ya da kendini bunlardan bağımsız telâkki ettiğinde, ‘anlam’dan soyunmuş bir varlık olarak kalır. Artık söz biyolojinin olur; güdülerin komutuyla hayata yönelen biyolojik varlık olarak insan karşımıza dikilir. Bu varlık ‘başarı’ya tapar; ‘kazanmak’ onun için olmazsa olmazdır. Makyavel’in o meşhur düsturu, ‘hedefe götüren her yol mübahtır’ felsefesi, ‘başarı’ya tapan bu biyolojik varlıkla ete-kemiğe bürünür. Birisi ‘başarı’ya maniyse rahatlıkla üzeri çizilir, trajik sonuçlar doğursa da ‘başarı’ öncellenir. Bir diğer insan (ülke), bizimle aynı hayata doğan kardeşimiz veya yandaşımız değil, başarımızı gölgeleyen muhtemel bir tehlike, düşmandır. O halde ‘başkası’na dikkat, kork ondan! Güvenliğini kurmak adına, ‘başkası’nı her zaman geçersiz kılacak silahlar edin, elindeki ‘güç’le onu korkut! Savaşa hazır ol!...
Dünyanın dört bir tarafına savaş bulaştıran ‘Amerika’; sadece bir coğrafyanın ismi değil artık, kutsal metinlerin ‘iyi’sine ve insan zihninin ulaştığı etiğe yabancılaşan, ‘başarı’ya tapan biyolojik insanın hayat algısının da adıdır. Ve bugün ‘Amerika’ bir ülke olmaktan çok, ‘kazanmak’ adına hayatı ve insanı gözden çıkaran, ölümü çoğaltan bulaşıcı bir hastalıktır. Amerika, her şeye rağmen başarısının ömrünü düşündüğü için, net ve basit düşünüyor. Elinde tek bir formül var: ömrümü (gücümü) kısaltma ihtimalini barındıran her şeye hayır! Keskin bir cetvele dönüşen bu formülün geçtiği yerlerde ülkeler parçalanıyor ve insanlar ölüyor. ‘Yorgana (cetvele) sığmayan ayakların kesildiği, insan ruhunun ve insanî duygunun yerine matematiğin ikâme edildiği yeni dünya’ kuruluyor. ‘Cetvel bütün gücüyle âleme nizam veriyor. Ve cetvelin geçtiği yerde insan bitmiyor.’
Hayatını ‘menfaat’ üst başlığı altında kuran insan teki, çevresinin canını nasıl acıtıyorsa ve ilişki kurduğu her şahsı günden güne ne şekilde azaltıyorsa, menfaat hissinin toplumsal bir kuruma dönüşmesinin örneği olan Amerika da, bütün bir dünyanın canını yakıyor. Dünya ve hayat, Amerika’nın şahsında canavarlaşan menfaat hissiyle kuruyor. Jean Baudrilard’ın, ‘Her ayrıntısı anlamsız olsa da, hepimizi aşan bir şey...’ dediği Amerika için, Mücahit Bilici şu notları düşüyor: “Dünya tarihinde hiçbir ülke, Amerika kadar kendi vatandaşı olmayan sair ülke insanlarının dünyasını bu denli işgal etmemiştir. Her yere düşen bir gölgesi var Amerika’nın. Amerika, insanların çoğu için bir uzak diyar yahut yabancı bir ülke değil, günbegün hayatlara muhtelif şekillerde sızan, tasavvurlara şekil veren bir ‘dahili’ vakıa. Herkesin evi olmasa da, artık herkesin evinde o var. Hayatlara zorla kendini bulaştıran bir şey. Zihinlerdeki Amerika fotoğrafı, her halûkârda dünyanın aldığı, almakta olduğu ve gelecekte alabileceği şekil(ler) için birer girdi mahiyetini taşıyor.” Edibe Sözen ise daha da ileri giderek, her insanın artık birer ‘Homo-Amerikanus’ olduğunu söylüyor: “21. Yüzyılın insanı nereden bakılırsa bakılsın tam bir homo-Amerikanus... Bugün hiçbir toplum, hiçbir kültür kendinden söküp atamayacağı bir şekilde Amerikalı gibi düşünüyor, davranıyor, yiyor içiyor ve eğleniyor.”
Amerika, ‘paranın alamadığı şeyleri yok eden’ hayat algısının ülkesidir. Bize uzak bir yer gibi görünse de, insanı ve insanın etrafında çiçeklenen insanîliği paraya kurban eden menfaatçı (Amerikancı) duruş şimdi içimizde. ‘İyi’nin ve ‘değer’in kurduğu kanaatkâr hayatla yetinmiyor, cazibesine kapıldığımız ‘başarı’ isimli dilbere kadim aşklarımızı kurban ediyor, cebimizi doldurmak adına kalbimizi aç köpeklere atıyoruz. Birbirlerine bağlanmadan, sadece birbirleriyle temas eden insanların toplumunda, birbirimiz için yaşamayı çoktan gözden çıkardık. ‘Ne yapalım yani, başkası da yaşasın diye aç mı kalalım?’ diyor, küresel ölüme bir avuç tuz da biz atıyoruz. ‘Rüya İmparatorluğu’ Amerika’nın kurgusal şatafatının kör ettiği gözlerle hayata bakıyor, ‘başarıya can kurban’ demenin bizi ölüme götüreceğini göremiyoruz. Oysa Amerika’ya duyulan aşk kadar, Amerika’da ne aşk var, ne de hayat... Çünkü Amerika algısı, sadece ölüme ebelik yapıyor.
Hayatın, yani insanın kurtuluşu Amerika üzerinde yeniden düşünülmeye bağlıdır. Bu sebeple “Amerika’ya hayır!” demek, sadece “savaşa hayır!” demek olmuyor, “hayata ve insana evet!” demek de oluyor. Ancak, “Amerika’ya hayır!” demeyenlerin ‘savaşa hayır’larının da, çok anlamlı olmadığı bilinmelidir.