Bahardı. Irak’ın içlerine uzanan İpek Yolu’nun sağlı sollu yeşilliğinin arasında rüzgârda sallanan gelincikler içinde içim titriyordu. Mazıdağı’na sapan kavşağın orda üç yüzün üzerinde bir araba konvoyuna bakıp duruyordum. Bir buğday tarlasının içinde ben, elimde birkaç gelincik, saçlarımda oynaşan rüzgâr ve bine yakın insan kalabalığı... Bu diriliş mevsiminde on beş yıl önce bu topraklardan kopartılan dedemin cenazesini, bir ölüyü bekliyorduk. Hayatın orta yerinde bir ölüm vesilesiyle toplanmıştık. Daha dün sabah İstanbul’daydım. Çocukluğumun kahramanı, hayatıma ve binlercesinin hayatına giren dedemin vefat haberiyle birkaç saat sonra Diyarbakır’a inmiş, bu sabah da buraya gelmiştim. Yıllardır görmediğim insanlar, tanıdığım tanımadığım yüzlerce insanın içinde dedemin cenazesini bekliyordum. On beş yıldır buralarda olmayan, uzaklarda ölen bir insanın vefat haberiyle buralara kadar gelmiş üç yüzün üzerinde araba konvoyu ve yüzlerce insanla birlikte...
Cenazenin geçtiği yerlerde ölenin kimliğini öğrenen insanlar arabalarına atlayıp konvoya katılmıştı. Köye geldiğimizde, bir gün önceden kazılmış mezarın başına toplandığımızda, doğduğum o köy ilk kez bu kadar insan görüyordu. Köyün öğretmeni haklı olarak soruyordu: Kim bu adam, nasıl bir hikâyenin sahibi, ne yaşadı ki bu kadar insanı buraya toplayabildi? O bahar sabahında, gelinciklerin içinde, o kadar insan arasında düşünüp durdum ben de. Dedemin sırrına yeniden eğildim: Bu kadar insan neden ve niçin ona, cenazesine yürümüştü?
Hayır dedem bir parti başkanı, milletvekili veya bildik anlamda bir ağa değildi. O coğrafyanın şartları içinde tökezleyip düşen insanların elinden tuttuğunu, neredeyse hayatının hep böyle geçtiğini biliyorum. Evet öyle! O hep insanlara yürüdü, insanların hayatına karıştı. İyi bir şey olarak girdi hayatlara. Okul yüzü görmemiş bir adam olarak, coğrafyanın kültürel kodlarını çözmüş biri olarak yüzyıllık kavgaları bitirdi, tarafları barıştırdı, sevdiğini kaçıran delikanlıların davalarını halletti. Hemen her gün misafirleri oldu, kapısını çalan her kimse onun arkasına düşüp gitti. Birilerini memnun etmiş olarak döndü evine, acı kahvesini sevinçlerin üzerine içti. Odasında geçirdiğim gecelerin sabahı şimdilerde bana bir masalın ayrıntısı gibi geliyor. Namazdan sonra kılıfından çıkarıp rahleye koyduğu ve seslice okumaya başladığı Kur’an âyetleri, yakındaki çeşmenin sesine karışıyordu.
Çocukluğumun kahramanından bahsediyorum. Hemen her gün misafiri gelen, bir problemi çözmek üzere götürülen dedemi, Hacı Mustafa Dağlı’yı anlatıyorum. Zor bir kültürün, dahası zor bir coğrafyanın şartları içinde hayata müdahale ederek, insanları kuşatan iç kırıklarını tamir ederek dağ gibi büyümüş bu adamın cenazesine bu yüzden yüzlerce insan yürümüştü. Yürümüşlerdi çünkü, daha önceleri dedem yürümüştü bu insanlara. Dedemin kendilerine sokuluşuyla, kendilerini dedeme açmalarıyla hayatları değişmişti.
Yıllar sonra bu vesileyle döndüğüm köyde, babamın da yattığı o köy mezarında dağ gibi büyük adamlar üzerinde düşünürken bir devrin de yavaştan kapandığını hissettim. Dedeme benzer insanların artık müdahale etmediği bir hayat yaşanıyor. Kimse kimseye yürümüyor şimdilerde. Ne yürünecek isimler kaldı, ne de insanlara yürüyerek büyüyen insanlar. Kabuklarına çekildi insanlar. Kendi üzerlerine kapanarak küçülen, küçüldükçe yoksullaşan insanların hayatında da hikâyeler kalmadı.
Üzerinde düşünülmüş ve iyi yaşanmış bir hayat hikâyeler doğurur. Böylesi bir hayatın orta yerine kalbini sermiş, zihnini açmış insanların hikâyesi olur. Mevlânâ’yı düşünün. Yunus Emre’yi, bu coğrafyaya asil bir ruh çalan arifleri... Bir dergâhın kapısında yaşanan kırk yılları, erbainleri... Bediüzzaman’ın hikâyesine bakın. Barla’ya, Afyon’a, Denizli’ye, Eskişehir’e... Bediüzzaman’ın, sürüldüğü o kuytu yerlerde, hayata taşınan ne çok diriltici söz pişirdiğini göreceksiniz. Kaç insanın hayatına girdiğini, girdiği hayatlarda nasıl bir dönüşüm gerçekleştirdiğini, kendisine yürüyenlerin nasıl da büyüdüğünü, çok şeye rağmen sesinin nasıl gürleştiğini, Sözler’in söz olmaktan çıkıp bir hayata dönüştüğünü... Yüzünü Barla’ya çevirip yola koyulan kavruk yüzleri, Barla’da aydınlanmış kalplerde birikmiş sözlerin kâğıda oradan da başka gönüllere taşınmalarını hatırlayın. Lahikaların birer hikâye antolojisi olduğunu fark edeceksiniz. Bu hikâyelerden her birinin bize bir ders olduğunu...
Evet, büyük isimler birer dağ gibidirler. Ancak binbir zahmetle kendilerine yürüyenlere sırlarını açıyorlar. Bunun için bu dağlara doğru yürümek, eteklerine yanaşıp diz çökmek, alttan yukarılarına doğru bakmak, sonra zirveyi göze alarak tırmanmaya koyulmak gerekiyor. Çetin bir iştir bu! Yorulmak kaçınılmazdır. Oysa bu çağın çocukları hıza tutkunlar. Her şeyin hızlıca olmasını isterler. Hızla koşmak, çok çabuk varmak, hemencecik sahip olmak... Sabır bu çağın ruhundan düşmek üzere. Zamane çocukları için sadece lügatlerde karşılığı olan bir kelimedir sabır.
Bir de bu isimlere gitmek, bunlara kalpleri açmak, beraberinde bir dönüşümü getiriyor. Onlara giden eskisi gibi kalmıyor. Bir milat oluyor bu isimleri tanımak. Yanlarına düştünüz mü, ışıkları altında kalıyorsunuz. Boşluklarınız, eksiklikleriniz sırıtıveriyor hemen. Onlarla dolmaya başlıyorsunuz, kendinizden boşalıp onlara dönüşüyorsunuz. Oysa bu çağ hastalıklı bir ‘ben’in istilası altında, daha çok ‘ben’e sarılıyor. ‘Ben’ şişirmek, bir numara olmak, en büyüğüne oynamak, herkesin omzuna basarak öne çıkmak bu çağın vazgeçilmezi. İnsanlara, ‘içinizdeki devi uyandırın’ diyorlar. Sanki herkesten birer dev olmaları, dev olup küçükleri yutmaları bekleniyor. İnsanlar da, o kadar büyüyünce; güçlü, çok güçlü olunca, üzerlerinde güçlerini deneyecekleri ‘küçük’ insanlar arıyorlar. Kimsenin kendinden çıkmak gibi bir niyeti yok. Başkasına gidip ona açılmak, kendinde bir diğerine yer açmak yok, azaldı bu şeyler.
İnsan kendi üzerine kapandı. Böylelikle kendini boğdu. Büyüyen ‘ben’iyle birlikte küçüldü. Küçüldükçe daha az hayatı oldu. Az ve küçük hayatı büyük sözler taşıyamaz hale geldi. Küçük hayatların küçük sözleri arasında kaldık. Çapları ve hayatları küçük adamların ülkesinde büyük adamlara sürgünlük düştü. Uzaklara gitmek... Çok az büyük şey kaldı şimdilerde. Bunları bulmak için daha büyük çabalar gerektiriyor. Gündüz ortasında el feneriyle adam arayanlar gibi olmak düşüyor bizlere. Yollara düşmek yine, uzaklara yazılmak...
Hayata bir ışık gibi düşen, içimizi genişleten, bizi hayata kışkırtan, hayatımızı ‘değer’lendiren söz sahibi insanlara yürümeliyiz. Gidip kapılarına varmalıyız. Kalplerimizi açmalıyız onlara. Hayatımıza çağırmalıyız onları. Hayatımızdan kendilerine yer açmalıyız. Bizi onlar kurmalı, hayatımızı onlar ‘oya’lamalı.
Dememiz o ki, küçük adamların kıyısından ve hayatlarından firar vaktidir. Yeniden dağlara yürümenin, bu yürüyüşte küçük sözlerden soyunarak büyük sözler edinmenin, yaşanacak ve anlatılacak hikâyeler biriktirmenin zamanıdır.