TR EN

Dil Seçin

Ara

Kerime Nadir’den Said Nursi’ye... / Yolculuk Notları

Kitaplar arasında özel bir okuma yolculuğu”

 

Çocukluğum, kitabın olmadığı bir evde geçti. Kitap olarak sadece, iki yılda bir bize kardeş doğuran annemin başı ucuna bırakılan Kur’ân’ı biliyordum. İlkokulu bitirdiğimde, bir metni zar zor okuyordum.

Okuduğumu anlıyor muydum?

Hayır!

Türkçe bilmiyordum ki!...

Ne Kemalettin Tuğcu, ne de Jules Verne okumalarım oldu. Ancak gelin görün ki; liseyi okumak üzere Diyarbakır’dan Adana’ya giden tıfıl bir öğrencinin, yani benim çantamda; Seyyid Kutup’un İslâm Düşüncesi, Benna’nın kitapları, Salih Gürdal’ın Tevhid ve Şirk’i kitapları vardı. Türkçe bir metni okuyup ancak anlayabilen çocuk bir zihin, insan olarak kendisiyle ve hayatla karşılaşmadan hem kendisine hem de hayata kurtarıcı reçeteler(!) edinmişti.

Bulunduğum kentin kaotik ortamında, geleneksel terbiyeden azâde kentli arkadaşlarımın arasında sıkılmış bir yumruk gibiydim. İçimden, ‘Vay bre dinsizler, behey ahmaklar!’ diyordum. Ben kurtulmuştum. Kurtuluş, bildiğim birkaç sihirli cümledeydi. Bildiklerimi arkadaşlarıma aktardığımda ise beni ciddiye almıyorlardı. Tereddüt geçiriyordum. Yoksa insanın tek kurtuluş reçetesi İslâm değil miydi? Bu koca kent niye bunun farkına varmıyordu?

Kara bir yalnızlık yaşadım. Ailemin uzağında olmam, dahası zihinsel bir ‘yaban’ olarak kenti karşılamam canımı acıtıyordu. Dönüp aynı şeyleri okuyamıyordum. Okulun yarı dönemi bittiğinde, karnemde tam altı zayıf vardı. Şimdi ismini hatırlayamadığım sınıf arkadaşım bana bir roman vermişti. İlk kez bir roman okuyacaktım. Amcamın evinde, kaldığım odada yalnız başıma o romanı okurken hıçkıra hıçkıra ağladığımı hatırlıyorum. Zaten romanın ismi de Hıçkırık’tı... Yani Kerime Nadir, yani aşk...

Roman okuma beni öyle sarmıştı ki, artık ne Adana’yı, ne kenti, ne de arkadaşlarımı düşünüyordum. Yine yalnızdım, ama bu sefer içimde bir sürü hikaye, onlarca roman kahramanı yaşıyordu. Yani yalnız değildim. Ve ikinci dönemin karnesini aldığımda tek bir zayıfım kalmıştı. Ne ilginçtir, bir zayıfım olmasına rağmen, ortalama puanım bana teşekkürnameyi getirtmişti. Gerçi okul idaresi bu yanlışlığı farkedip, teşekkürü geri almışlardı ya...

Roman ağırlıklı edebiyat okumalarımda, ‘hayat’ ve ‘insan’ı en çıplak halleriyle görmüştüm. ‘Hayat’ ve ‘insan’ın nasıl şeyler olduğunu... Edebiyat, ‘hayat’ ve ‘insan’a bir tanım getirmekten çok, bu ikiliye ayna oluyordu. Bir çarşıda dolaştırılan bir aynaydı edebiyat; çarşıda ne varsa aynaya o yansıyordu. Aynada gördüklerim, hayata ve insana dair önceden bana taşınmış keskin hatlı tanımlamaları çözüyordu.

Risale-i Nur Külliyatı’nı, üniversite için geldiğim İzmir’de kaldığım öğrenci evinde tanıdım. O evlerde tâbi olduğum risale okumalarının sıktığını itiraf edeyim. Anlaşılması zor bir dil, uzun uzun anlatılan ama daha önce üzerinde düşünmediğim konular... Bir yandan da kendi okumalarım devam ediyordu. Otobüs yolculuklarım okuma şölenine dönüşüyordu. Batı klasikleri, varoluşçu yazarlar, ufak çaplı felsefî metinler, sosyoloji ve psikolojinin içinden geçen çalışmalar... Sonra İzmir gibi bir kent... Rahat insanlar... Artık sorularını soran, bir anlamda beni taciz etmeye başlayan hayat... Tekrar rahatsızdım. Ancak bu seferki rahatsızlığım melankoliden uzaktı. Beni rahatsız eden, sorulanının cevapsız kalışıydı.

Risaleleri ikinci okuyuşum bu döneme denk geldi. Bu sefer kendim okumak istiyordum. İlginçtir, bu ikinci okumada okuduğumu anlayabiliyordum. Tabiat risalesi, haşir bahsi, 12 ve 23. söz, kader risalesi, ‘şeytan ve şer niçin var?’ sorusu, hattâ 30. söz...

Zihinsel açlığım vardı. Edebiyata düşen hayat ve insan portresinden çıkan soruların içime taşıdığı boşluk duygusu içindeydim. Hissettiğim derin boşluk sebebiyle rahatsızdım. Yani risaleleri ikinci okuyuşum ihtiyaca binaendi. Hastaydım, ilaç hastada tesirini gösteriyordu. Ve şunu anlıyordum: İlaç ne kadar dakik ölçülerle hazırlanmış olursa olsun, devası olduğu hasta(lık)ta kullanılmadığı sürece kendisinden istifade söz konusu değildir. Hasta olmayan/hasta olduğunu farketmeyen insanda ilaç tesirini göstermez. En mükellef sofralar, tok insana can sıkıcı bile gelebilir. Ben aç ve hastaydım, risaleler ise iyi hazırlanmış bir ilaç paketi ve mükellef bir sofraydı.

Risale-i Nur Külliyatı’nı bir bilgi nesnesi olarak değerlendirmiyorum. (Bu onun ‘bilgi’den uzak olduğu anlamına gelmiyor.) Baştan ayağa hisseden ve akleden bir kalbin; buyurmayan, kalbindekileri benimle paylaşıyormuş gibi hissettiren bir müellifin sohbetini dinliyorum.