TR EN

Dil Seçin

Ara

Köyden İndim Şehire

Geçen aya kadar gösterimde olan ‘Babam ve Oğlum’ filmi, köyden kente göç olgusuna alternatif bir bakış getirdi. Âdeta bizleri göç hakkında yeniden düşünmeye sevk etti. Sahi, göçün savurduğu Anadolu insanı büyükşehirde nasıl bir süreç yaşadı? Kent ve köy arasında yaşanan kopuş ‘ara kuşak’ları nasıl etkiledi?

 

Resmî tarihinin dışında çok daha sahici tarihleri vardır bu ülkenin. O tarihlerden biri de, köyden kente göçle birlikte yaşanan tarihtir. 1930’lu 40’lı yıllardan itibaren Anadolu’nun bağrından kopan insanlar, belki bilmeden bu ülkenin tarihini yazdılar.

Ama nedense onların tarihi, tarih kitaplarından çok, sinema filmlerine yansıdı bugüne dek. Özellikle Yeşilçam’ın güçlü olduğu 60’lı 70’li yıllarda kente göçün yol açtığı büyük travmalar, hem dramatik hem mizahî bir dille yansıtıldı perdeye.

 

Yeşilçam günleri

O dönemler Anadolu insanının kalbinde güçlü bir ümidin varolduğu dönemlerdi. Fakirlik ya da kenar mahallede yaşamak, onlar için katlanması zor şartlar oluştursa da, aralarındaki sevgi bağları, birlik ve beraberliğin getirdiği dayanışma tüm zorlukları aşmalarını sağlayacak bir güç veriyordu kalplerine. O yüzden, zengin fabrikatör kızı zenginliğiyle onları alt edemezdi hiçbir zaman. Hele bir de talih yüzlerine gülüp de şöhretin kapıları açılırsa, işte o vakit kestirmeden en yüksek toplumsal statüye çıkmalarına mani kalmazdı.

Yeşilçam o yıllarda ‘gerçek’ten ziyade, insanların özlemlerine hitap eden filmler yapıyordu. Kentler keskin katı kuralların yaşam alanı değil, özlemlerin rahatlıkla gerçeğe dönüşebileceği bir hayal ülkesiydi. Anadolu’dan kente gelen insanı yıllarca dirençli kılan şey, belki de kenti hayal ülkesi olarak resmeden bu filmlerdi. Çünkü orada her şey her an gerçeğe dönüşebilirdi. Zengin bir ailenin kızı fakir bir delikanlıya aşık olabilir, ikisi mutlu bir aile yuvası kurabilirdi. Bu ihtimali mümkün kılan sebep, Anadolu insanının saflığıydı muhtemelen. Kendisinde olsa vereceği şeyi, kentli insanın da vereceğini düşünüyordu.

Bu, saflığın temiz boyutuydu. Ama bir de tecrübesizlik boyutu vardı. Zamanla işlerin o kadar kolay olmadığı anlaşılınca, perdeye ‘arabesk acılar’ yansımaya başladı. Gerçekleşeceğine dair güçlü bir inanç beslenen bir ‘İstanbul rüyası’nın kırılıp parçalanması beraberinde hüznü ve acıyı getirdi.

Açıkçası, o dönemlerde gözler Anadolu insanının büyük şehirle tutuştuğu yaşam mücadelesine çevriliydi. Ünlü yönetmen Metin Erksan’ın dediği gibi, belki tek bir yorganıyla memleketini terk etmiş insanlar İstanbul’da sokağın köşesinde işportacılık yaptığı bir metrekarede yaşama ve şehre tutunma mücadelesi veriyordu. Erksan’a göre bu Anadolu insanının kolay vazgeçmeyen tabiatının bir göstergesiydi. Gelen gitmiyor, kalıyor ve mücadele ediyordu her türlü zorluğa rağmen.

 

1980 sonrasına taze bir bakış: Babam ve Oğlum

80’li yıllarla birlikte Türk sineması düşüşe geçti. Özel TV kanallarının açılması, televizyonun sinemaya nispetle ağırlığının artması ve Turgut Özal’ın dışa açılma politikası Hollywood’un pazarı ele geçirmesiyle sonuçlandı. Çoğunlukla vurdulu kırdılı filmler perdede egemenlik kurdu. Bu arada biz göçün tarihini resmî olmayan yoldan kayda geçiren filmlerden mahrum kaldık. Belleğimizde o tarihe ilişkin bir kopukluk oluştu. Ta ki ‘Babam ve Oğlum’ filmine kadar.

Kanımca göçün savurduğu insan öykülerine ışık tutan sinemanın, Züğürt Ağa, Muhsin Bey gibi tek tük bazı örnekler hariç tutulursa, yirmi yıllık bir kesintiden sonra muhteşem bir dönüşü oldu Babam ve Oğlum. Çağan Irmak’ın senarist ve yönetmenliğini yaptığı film, sağlam çatılı senaryosu, sade anlatımı ve yüksek oyunculuk performansıyla kısıtlı bütçesine rağmen ciddi bir başarıya imza attı.

Film Yeşilçam’ın 12 Eylül’e kadar getirdiği Anadolu insanının hikâyesine ‘yeni bölümler’ ekliyor. Askerî darbenin sillesini yemiş bir genç insanın kendi oğluyla birlikte yeniden köyüne, baba evine dönüşü ve üç kuşağın hem geçmişin muhasebesini yapmaları hem de geçmişin yaralarını onarmaya çalışmaları perdeye yansıtılıyor.

Bu ülkede milyonlarca insanın yaşadığı bir ortak kader bu aslında. Okumak için baba evinden kopmak, gelenekle bağı koparmak, kentte kendine yeni bir hayat çizmek... Bu ortak kader önce geleneği temsil eden baba eviyle bağları koparmakla başlar. Baba oğlunun ziraat okumasını istemektedir. Çünkü onun çiftliğin başına geçmesini arzu ediyordur. Ama bu konuda çocuğuna hiç söz hakkı tanımaz. Ataerkil otorite anlayışı buna izin vermez.

Fakat öte taraftan evlat da, dondurulmuş bir geleneğin sonu baştan belli olan hayat tarzına boyun eğmek istememektedir. Zaten babasından gizli ziraat yerine gazetecilik okumuştur. Gemileri yakmıştır çoktan. Ona göre babası dar bir dünyanın insanıdır. Dünyada olup bitenin farkında değildir. Kendisi kent sokaklarında modern bir dünyaya yelken açacaktır. Başka bir davanın adamıdır o. Kentte öğrendikleriyle babasına itiraz etmekten geri durmaz. Bu itiraz biraz da bir oğulun babasından bağımsızlığını kazanma arayışıdır.

Oğul: “Hiçbir şey göremiyorsun. Hiçbir şey duymuyorsun. Dünyada ne oyunlar döndüğünün farkında bile değilsin. Sermayenin kölesi olmuşsun.”

Baba: “Ben hiçkimsenin kölesi değilim. Lafını bil de konuş.”

Oğul: “Tabii, sen koskoca Hüseyin Ağasın değil mi? Emrinde kölelerin var.”

Baba: “Terbiyesiz! Senin o köle dediğin adamlar, hepsi bizim insanımız. Hangisinin sigortasını şeyini eksik ettik, ha! Hangisini soframızdan ayırdık? Hiçbirisine senin ettiğin nankörlüğü etmedik. Senin sermaye diye diye düşman olduğun o bahçe, o mal mülk, okutacak seni İstanbul’da. Haberin var mı?”

Oğul: “İstemiyorum senin paranı.”

Baba: “İsteyeceksin. Ziraati bitireceksin, gelip çiftliğin başına geçeceksin. Benim bunca emeğim, bunca gayretim kimin için ha?”

Çiftçi baba ile okumuş oğlu arasında geçen ve anti-iletişime daha yakın duran bu replik, bu toprakların yakın tarihinin özeti gibidir. Bir baba ile oğlu arasında yaşanan bir kuşak çatışması gibi gözükse de, çok daha derin ve katmanlı bir çatışmanın su yüzündeki kısmıdır.

Kent ve köy arasında bir kopuştur aynı zamanda, sadece mekânsal ya da kültürel değil, iki ayrı ‘değerler sistemi’ arasında yaşanan bir kopuş... Kent ve köy etrafında sembolleşen bu iki değerler sistemi, yıllar yılı birbirine sağır kaldı, sağlıklı bir iletişim kurmayı beceremedi. Biri yeniye gözlerini kapadı, ötekisi eskiyi beğenmez bir tavır takındı.

Kent babasına karşı rüştünü ispat etmek isteyen asi bir evlat rolüne soyundu. Köy yeni şartlara uyumsuzluğu ve donanımsızlığı yüzünden otoriterliği ele almış bir baba rolüne sarıldı.

Sonuçta geleneğin payına kendi kabuğuna çekilmek, kentin payına da geleneğin tecrübesinden istifadeden mahrum olmak düştü. Aralarındaki ilişki, işte bu yüzden işbirliğinden çok bir çatışmayı ve bir kopuşu resmetti.

 

Köy ve kent arasında

En çok da ‘arada kalan’ kuşaklar incindi bu kopuştan. Onlar ne sahip olduklarını yanında götürebildi, ne de kentte kazandıklarını memleketlerine getirebildi. Ayrık kümeler gibi duran iki dünyanın küslüğü yüzünden kalpleri de kişilikleri de ikiye bölündü.

Kentte “Ben kimim?” sorusuna cevap veremedikleri gibi, zamanla ruhları köye de yabancılaştı. Kendilerini bir yere ait hissedemediler. Yüreklerini katabilecekleri, ruhlarıyla var olabilecekleri bir ‘ev’leri kalmamıştı. Bedenleri gibi ruhları da göç etmiş, ama ne çare bir yere konamamıştı.

Evden çıkmışlar, bir ev kuramamışlar, eve dönememişlerdi.

Evden çıkmışlardı. Çünkü kuşaktan kuşağa nakledilen bir geleneğin egemen olduğu baba evinde kalamazlardı. Gelenek belki önceleri sorgulanabilen ve yeniden üretilebilen bir şeydi, ama ilâhî kökenlerinden kopunca ve akıl ihmal edilince geriye katı bir pratik kalmıştı. Tartışılmadan kabul edilenlerin sayısı, konuşulabilenlerden çoktu. Geleneğin bu şekilde katı bir istibdat halini alması, yeni kuşağın daha fazla o evde kalmasına maniydi. Müstebit bir babaya boyun eğmektense, açık sulara yelken açmak yeni kuşağın kanındaki deliliğe çok daha uygundu.

Ne ki doğru dürüst bir ev de kuramadılar. Çünkü geçmişlerini, tarihlerini tüm dekoru ve oyuncularıyla birlikte baba evinde bırakmışlardı. Süreklilik duyguları zaafa uğramıştı. İçindeyken farkında olmadıkları kurulu bir yapının sağladığı kolaylıklardan yoksundular. O kolaylıkları evden kopunca farkettiler.

Kentte her şeyi; sevgiyi, arkadaşlığı, işi, aileyi, zamanı, geleneği, tarihi.. kendileri sıfırdan inşa etmek zorundaydı. Aileleri yanlarında olabilse ve gerektiği şekilde destek olabilseydi, tüm bunların çok daha kolaylıkla üstesinden gelebilirlerdi. Ama kentin tarihini onlar tek başına yazmak durumundaydı. Çünkü kent dişlileri zarar görmesin diye Anadolu’nun bağrından ya parça kopararak ya da bütünleri zaman içinde parçalayarak besleniyordu. Hem, kent dediğin bir yerde ‘asiler’in mekânıydı.

Artık eve de dönemezlerdi. İyi kötü kaderlerini kente bağlamışlardı. Bir ara kuşak olmanın tüm acılarını hissetseler de, bir ucundan tutunmuşlardı kente. Çoluk çocuğa karışmışlardı.

Baba evi onların hafızasında yerini almış hem bir özlemdi hem de kavuşamamanın verdiği hüzün; ama asla tüm kazanımları terk ederek dönülebilecek bir yer değildi. Üstelik bütün enerjilerin kente aktığı bir dönemdi; akış kente doğruydu. Sebep olduğu ve olacağı tüm sorunlarına rağmen, pastanın kentlerde bölüşüleceğini herkes gibi onlar da çok iyi biliyordu. Köşesine çekilen bir ihtiyar gibi baba evine dönemezlerdi.

 

Kent gelenekle barışmalı

Tarih dekorların, oyuncuların ve aynı zamanda rollerin sürekli değiştiği bir sahneye benzer. Yeni olanın daima iyiyi getireceği fikri ne kadar safsata ise, eskinin daima iyiyi temsil ettiği fikri de o kadar safsatadır. Doğruları yaşıyormuş gibi gözüken kalıplaşmış bir eski iyi değildir. Aynı şekilde, eskinin hiçbir doğrusuna kulak asmayan bir yeni de iyi değildir.

Bugün geldiğimiz noktada, kent ve taşra arasında bir barışa, iletişim ve paylaşıma ihtiyaç var. Müstebit baba (gelenek) ile isyankâr oğulun (kent) birbirine ihtiyacı var.

Geçmişi ve geleneğini retle, kent onmadı bugüne dek. Geleneksel değerlerden soyutlanmaya çalıştığı ölçüde kentin hep toplumsal krizlerin kucağına düştüğünü gördük.

Giderek artan oranda boşanmaların arttığı, büyüklerin huzurevlerine bırakıldığı, insanların ancak akıllarını uyuşturarak hayatlarına devam edebildiği, insanlar arasında güvenin kalmadığı, gençlerin okullarda birbirlerini bıçakladığı, babalarının kendilerine vakit ayırmadığı çocukların öfkelenmeye başladığı.. bir kentte bir şeylerin ciddi biçimde sorgulanmasına ihtiyaç var demektir.

Geleneğin dogmalarının alternatifi, kentin dogmaları olamaz. Bir üst-bilinçle ikisi arasında denge kurmak zorundayız. Despotlaşmış bir kayınvalide ne kadar çekilmezse, gelin hegemonyası o kadar bencilcedir. Baba istibdadı ne kadar zulüm ise, oğul isyanı o kadar nankörcedir. Gelenek kendisini yenilemeye açık olmalı; kent de nankörlüğü bırakmalı, geçmiş ve geleneğin insan sıcağıyla buluşmalı.

Dediğim gibi, tarih dekorların, oyuncuların ve aynı zamanda rollerin sürekli değiştiği bir sahneye benzer. Bazen yeni bir oyun için sahnenin dekorları değişir. Oyuncular o yeni dekora alışamazlar başta. Yalpalayıp sağa sola çarparlar. Aralarından bazıları eski oyuna ve eski dekorlara dönülmesini ister. Fakat zamanı geriye döndürmek mümkün değildir. En iyisi, eski oyundan elde edilen tecrübeyi yeni oyuna aksettirebilmektir.

Üstelik iyi bir oyuncu, Yönetmen’in ortam ne kadar zorluk içerirse içersin, kendisinden nasıl bir oyun istediğine dikkat kesilir. Nazarını dekora hapsetmez!