Her şey 17 Eylül'de önce New York'ta, küçük bir derginin Tunus, Mısır ve Libya'da İktidarları deviren Arap Baharı protestolarından ilhamla “Wall Street’i İşgal Et” fikrini ortaya atmasıyla başladı. Başlangıç bir yanıyla muğlaktı; Amerikan finans sisteminin kalbini işgal etmeye çalışmanın amacının ne olduğu belirsizdi. Nihayetinde işgalciler, net bir talep silsileleri veya ortak bir ideolojileri olmaksızın aşağı Manhattan’daki Belediye Binası’ndan beş blok uzaktaki bir parka yerleşti. Bu rengarenk kalabalığı birleştiren şey, Wall Street bankalarını 2008’de kurtaran federal hükümetin, yüksek işsizliğin ve iş güvencesizliğinin pençesinde kıvranan sıradan Amerikalıları umursamazken, bankaları muazzam kârlarla baş başa bıraktığı hissiyatıydı.
Mektubat’ta geçen kısacık bir pasajda insanlık tarihi beş devre ayrılır. Birinci devir, “vahşet ve bedevilik” devridir. İnsanlar bu devirde yerleşik hayata henüz geçmedikleri için toplumsal bir düzen kuramamış ve aralarında bir hukuk geliştirememişlerdir. Herkesin temel hedefi, eşkıya çetelerinin zulmünden kaçarak hayatta kalabilmekti.
Fakat dinlerin devreye girmesi ve devletlerin ortaya çıkmasıyla söz konusu vahşet devri, yerini, yarı-medeniyet diyebileceğimiz bir “memlûkiyet devri”ne bırakmıştır. Bu devrin özelliği, hukukun olmasa bile, basit düzeyde kanun kuvvetinin yavaş yavaş insanlar üzerinde oluşmaya başlamasıdır. Ancak henüz halkın ve tek tek fertlerin önemli olduğunu varsayan bir siyasi bilinç gelişmemiş olduğu için insanlar arasında zeki ve güçlü olanlar, kanun kuvvetini tamamen kendi şahıslarında toplayarak, diğerlerini kendilerine memluk yapabilmişlerdir. Mısır’da Firavun hanedanlığı belki buna örnek olarak verilebilir. Mısır Firavunları, gücünü kurulu olan devlete ve hanedanlığa yaslayarak, halkı neredeyse kendilerine kul yapmışlar, onları bir nevi hayvan derecesine indirmişlerdir. Bu yapı içerisinde, örneğin, “Musa’nın Rabbine inandık.” diyen sihirbazlara, Firavun, kendisinden izin almadan böyle bir şeyi yapamayacaklarını rahatlıkla söylemiştir. Çünkü memluk demek, baştaki hükümdar ya da firavun her kimse, onun sahipliğinde olmak demekti.
Ardından, insanlık bir aşama daha kaydederek, “esir devri”ne gelinmiştir. Bu devrin özelliği, şimdi bizim kulağımıza biraz komik gelse de, esirlik sayesinde geniş halk yığınlarının bazı haklara kavuşmaya başlamasıdır. Esir sahipleri, tarlada, evlerinde veya başka yerlerde çalıştırdıkları esirlerine kendileriyle aynı şartlarda olmasa dahi barınma, beslenme gibi birtakım haklar bağışlamak zorunda kalmışlardır. Elbette kuvvetlilerin zayıflara esir muamelesi yaptığı bu tablo da, zalimanedir; ancak özellikle İslamiyetin esirlerin özgürlüğüne kavuşturulmaları yönünde bir tercih ortaya koymasıyla, esirlikten özgürlüğe doğru bir kanal açıldığı da inkar edilemez. Bu kadar müspet yollardan olmasa da, benzer bir sonuç, Avrupa’da da görülmüştür. Hatta sanayi toplumuna geçişi sağlayan sınıf, feodalite denilen tarıma dayalı toplum yapısında esir olan insanlardan oluşuyordu. Bu esirler, baronların ve toprak sahiplerinin elinden kaçarak, sanayi toplumunun temelini oluşturan kasabalarda toplanmış ve küçük imalat dükkanları ve zaman içinde bankalarla sanayi devriminin tohumlarını atmışlardır.
Bu yeni toplumsal düzen belli bir güce ulaşınca, eski düzenle çarpışması kaçınılmaz oldu. Bir yanda toprak sahipleri, soylular ve yerleşik dinin (Katoliklik) temsilcileri diğer yanda yeni ortaya çıkan burjuva ve işçi sınıfı. Bunlar arasında gerçekleşen mücadeleler ve Fransız İhtilali gibi çok inkılaplarla esir devri sona erince, yerini bu defa “ecir devri” aldı. Bu devrin özelliği ise, üretim araçlarına (fabrikalar) sahip olan zenginlerin ve toplumun üst tabakalarının, halkın büyük kesimini ve fakirleri ücret karşılığında çalıştırmalarıdır.
Hiç kuşkusuz ecir (ücretlilik) devri, öncekilere göre bir ilerleme anlamına geliyordu. Çünkü mal gibi pazarlarda alınıp satılma devri bitmişti, toprak sahipleri ya da devlet yöneticileri insanları artık zorla belli bir işte çalıştıramazlardı. Ancak emeğe az bir ücret ödendiği için, yine de tam bir özgürlük sağlanmış olmadı. Esirlik devrinde zorla gördürülen hizmetler, bu kez, düşük bir ücret mukabilinde ve tercih fırsatı verilerek gördürülmeye başlandı.
Biraz kötümser bir yaklaşım olsa da, bu devre “ücretli esirlik” diyenler, çok da haksız sayılmazlar.
El’an geçerliliğini koruyan ecir devrinin en büyük açmazı, sermayedarların lehine gerçekleşen kötüye kullanımlar oldu. Mektubat’ta ifade edildiği gibi, bir sermayedar kendi yerinde oturup, bankalar vasıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde, bir biçare amele, sabahtan akşama kadar toprak altında madende çalışıp, ölmeyecek kadar rızıkla ancak on kuruşluk ücret kazanabildi.
Aslında, ‘kapitalist sistem’in böyle bir sonuç doğuracağı, tarih, din ve madde hakkındaki zırvalarını bir kenara bırakırsak, Karl Marks tarafından çok önceleri ifade edildi. Marks, sistemin özünde bir çatışmanın tohumlarını taşıdığını “artık değer” kavramı üzerinden açıkladı.
Bir fabrikada üretilen ihtiyaç fazlası ürünlerin satışından elde edilen kârın büyük oranda sermayedarın cebine girmesinin, ileride işçi sınıfı (fakirler) ile çatışma doğuracağını öngördü. Yalnız, Marks bu çatışmanın Avrupa’da meydana geleceğini düşünüyordu. Fakat, Avrupalıların başta Afrika ve Hindistan olmak üzere dünyanın geri kalanını sömürmeye başlaması, kıtadaki emek-sermaye çatışmasının keskinleşmesini önledi. Çünkü Avrupa’nın fakir kesimleri de nispi olarak zenginleştiler.
Marks’ın Avrupa halklarının üst ve alt tabakaları arasında olacağını varsaydığı çatışma, emperyalizm çerçevesinde, ülkeler arasında meydana geldi. İki büyük dünya savaşının en önemli nedeni, güçlü ülkelerin dünyanın geri kalanını yağmalarken kendi aralarında yaşadıkları rekabetti.
Sistemin meşruiyetini ve bir anlamda ‘ahlakını’ ise Adam Smith gibi iktisatçılar kurdu. Smith’e göre, bir girişimcinin hırsla kâr peşinde koşması, mensubu bulunduğu ülkenin toplam zenginliğini artıracak bir unsur olduğu için, kınama bir yana, teşvik edilmeliydi. Yani, bir girişimcinin veya sermayedarın fakir insanların hallerini dert etmemesi, Smith gibilere göre sorun edilecek bir husus değildi. Önemli olan, ülkenin (ulusun) toplam üretim ve kazancının artmasıydı. Fakat bu pür bireyci ve liberal anlayış, “komşusu açken...” diye başlayan Peygamberî ikazı hatırlarsak, ‘başkasını düşünme’ gibi en temel ahlaki prensibi unutmanın yanı sıra, toplumun zenginiyle fakiriyle bir arada yaşadığını ve bu kesimler arasında oluşan adaletsizliğin, zaman içinde aşağıdan yukarıya doğru bir ‘isyan hareketi’nin fitilini ateşleyebileceğini görmezden geliyordu.
Böyle bir isyan hareketi, Birinci Dünya Savaşı’nın kaotik ortamından istifadeyle, Bolşeviklik perdesi altında pek çok ülkeyi etkisi altına aldı. Toplumun alt tabakalarını Marsist ideolojiyle yönlendirenler, Rusya’yı merkez alarak, devrimci ve yıkıcı bir ruhla küresel ölçekte tam bir anarşi ortamına yol açtılar. İkinci Dünya Savaşı ve peşinden gelen Soğuk Savaş döneminin ana çatışma konularından biri, Marksist anlayışın (komünizm) dünyanın geri kalan bölgelerine ihraç edilme çabasıydı.
Fakat kapitalist sisteme tepki olarak ortaya çıkan komünizm, insanların mülkiyet hakkını yok sayıp özgürlüklerine büyük kısıtlamalar getirerek, hür teşebbüsü yok edip merkeziyetçiliği tahkim ederek, maneviyatı silip materyalizmi teşvik ederek, toplumun atılım yapabileceği ve nefes alabileceği bütün damarları baştan kesti. Üstelik toplum içinde adaleti de tesis edemedi, sadece toplumun üst katmanlarına bürokratik kuvvetleri yerleştirdi. Bunun fakirleşen halk nezdinde bir değeri yoktu. Yönetim şekli ise çok daha despotikti.
Böylece komünizm kendi idamına giden yolu kendisi hazırlamış oldu. Eğer bir faydası olduysa, o da kapitalist ülkelerin komünist tehdide karşı bir güvenlik sübabı olması düşüncesiyle ‘sosyal politikalara’ ağırlık vermesi oldu. Nitekim komünizm tehdidini ensesinde hisseden Almanya gibi ülkelerde sosyal politikalar bu nedenle çok güçlüydü ve belki hala güçlü.
90’lı yılların başında Komünist Rusya’nın çökmesi, kapitalist ülkelerin rahat bir nefes almasına yol açtı. Üstelik Rusya, Çin gibi büyük ülkelerin kapitalist pazara eklemlenmesi, küresel pazarın dolayısıyla kârların artışı anlamına geldi.
2000’li yıllara gelindiğinde, adına ‘demokratik kapitalizm’ veya ‘liberal kapitalizm’ denen sistem, küresel anlamda hâkimiyetini Francis Fukuyama’nın Tarihin Sonu kitabında vurguladığı üzere çoktan tesis etmişti. Fukuyama, liberal kapitalizmin insanlığın ulaştığı son sistem olduğunu ve tarihin bundan sonra hep bu sistem içinde akacağını öngörüyordu.
Fakat bu süreçte gözden kaçan önemli bir gelişme oldu. Ulusötesi şirketler aşırı büyüdüler. Küresel bir kontrol ve denetim mekanizması kurulmuş olmadığı için, bu şirketlerin devletlerden bile daha yüksek bir seviyede olan finansal gücü, azınlığın azınlığı denebilecek çok az sayıdaki insanın menfaatinin aracına dönüştü.
Bugün Amerika’da Wall Street’i protesto edenlerin öne sürdükleri konulardan biri de, toplumun %1’ini teşkil eden para babalarının ellerindeki finansman gücüyle seçimleri doğrudan etkileyebilmeleridir. Kapitalist güçlerin devlete karşı mevzi kazandığı bu yeni dönemde, demokrasi ‘halkın kendini kendi seçtiği yöneticiler aracılığıyla yönetmesi’nden ‘parayla satın alınmış yöneticilerin halkı yönetmesi’ gibi absürt bir duruma kaydı (bazıları bu yeni duruma “şirketokrasi” diyor). Dolayısıyla, kapitalizm halkın temsil gücü anlamında demokrasiyi güdük bir şeye dönüştürdü.
Bugün Amerika’da kongrede her milletvekili başına Wall Street’in menfaatlerini koruyan ortalama beş lobicinin düşmesi, sistemin nasıl bir kokuşmuşluğa duçar olduğunu anlatmaya yeter.
Ulusötesi finans şirketlerinin bu kadar büyümesine yol açan mekanizmanın özünde ise, bankacılık ve faiz sistemi vardı. Güya reel üretimi desteklemek üzere kurulan bankalar ve finans sistemi, zaman içinde, emeksermaye-girişim piramidinde, sermaye kanadı olarak piramidin en tepesine yerleşti. Para ile üretim arasındaki bağ koptu. (Para ile hayırseverlik veya zekat gibi bir müessese arasında ise zaten hiç bağ kurulmamıştı!)
Para, açgözlülerin emrinde kendi hâkimiyetini kurdu. Üretim, üretimin sürdürülebilirliği, halkın refahı, ülkenin geleceği gibi konular, sermayedarların ilgi alanının tamamen dışına çıktı. Eskiden kârları, reel ekonominin verimliliğine dayalı iken, paradan para kazanmanın binbir türlü yolu icat edilerek, paranın tamamen soyut işlemler yoluyla finans sektörünün içinde dolaşması sağlandı. Azıcık parası olanlar bile, gözünü borsaya, hisse senedine, döviz-altın kurlarına, türev piyasalara dikti. Ekonomi tamamen finansallaştı.
Gelgelelim, küresel sermayedarların da hesap edemediği bir şey vardı. Kurdukları sistem, son tahlilde, geniş halk kitlelerinin tüketmesi üzerine kuruluydu. Müteşebbisler iş kuracak, fakirler çalışıp kazanacak, kazandıklarını harcayacak ve ekonomik canlılık (veya sömürü!) sürecekti. Ancak süreci başlatan sermayedarlar, sistemi faize bağladıkları ve açgözlülüklerinden yüksek faiz oranlarıyla borç (kredi) verdikleri için, işletmelerin bu faizli borcu ödemek üzere haddinden fazla üretim yapmaya zorlanmasına; bu şartlarda çevrenin çok aşırı suistimallere maruz kalmasına ve çevre krizleriyle en sonunda bitme noktasına gelmesine; çalışanların ise bu ağır şartlarda en düşük ücretle yetinmelerine, işletme kendisini döndüremediğinde ise işsizlikle yüze yüze gelmelerine sebep oldular.
Böylece, paranın büyük bölümü toplumun %1-2’lik kesimini oluşturan sermayedarların elinde toplandı ama geride onların gücünü anlamlı ve sürdürülebilir kılacak bir dünya kalmadı. Açgözlülükleri ve hırslarıyla dünyayı kuruttular, ama bunun aynı gemide olmak hasebiyle, kendilerini de vuracak bir tsunami olduğunu göremediler.
Sonuç itibariyle, kendinden başkasını düşünmemek üzerine kurulmuş, aç gözlülüğü ilke edinmiş, hırsı baştacı yapmış liberal kapitalist sistem, 2008 Amerika ekonomik kriziyle ve bugün Avrupa’yı da içine alan küresel krizle birlikte karaya oturmuş durumda. Kendi oylarıyla seçtikleri siyasetçilerin aslında kendilerini temsil etmediklerini anlayan (bunda kendi vergileriyle batık bankaların kurtarılması etkili oldu) geniş halk kesimleri ise, zenginler ile kendi aralarında toplumsal katmanlaşma anlamında derece değil, ‘nitelik farkı’ olduğunu bu kriz süreçlerinde daha iyi gördü. Paranın kendi aleyhlerine nasıl bir adaletsiz sistemin aracı kılındığını daha iyi anladı.
Peki bundan sonra ne olur?
Arayışlardan biri, zengin kesimde biriken servetin en azından bir bölümünün, bir şekilde topluma yeniden aktarılması ve bu suretle fakir fukaranın birazcık nefes almasının sağlanarak ve birkaç sosyal politika makyajıyla da, eski düzenin yeniden tesis edilmesi. Bu amaçla, ünlü Amerikan dergilerinin yazarları, son günlerde, Osmanlı vakıf geleneğini de örnek vererek hayatı boyunca kârdan başka bir şey düşünmemiş Amerikalı cimri sermayedarları, hayırseverliğe ısındırmaya çalışıyorlar.
Bilindiği üzere, Osmanlı’da zenginler vakıf sistemiyle herhangi bir kâr amacı gütmeksizin sermayelerinin bir bölümünü veya bazen tamamını, yol, köprü, hastane, okul, fakirlere aşevi yapmak gibi çok çeşitli şekillerde halkın ve devletin hizmetine sunuyorlardı. Ayrıca, zekat ve sadaka müessesesi zaten yürürlükteydi.
Şimdi Amerikan halkı da Wall Street patronlarından buna benzer bir yaklaşım sergilemelerini bekliyor. Onlar buna zekat demiyor da, “zenginlerden daha fazla vergi alınsın” diyorlar.
Eğer bu arayış gerçekleşirse, liberal kapitalizm belki bir süre daha (veya daha uzun bir süre!) devam edebilir. Ancak nihai anlamda sistemin bu şekilde yürümeyeceği, yazının başında söz ettiğimiz insanlığın gelişim devirleri göz önüne alındığında mümkün gözükmüyor.
Çünkü insanlığın gerçek arayışı, toplumun %1’ini değil, %99’unu içine alan bir özgürlüğe doğrudur. Halkın çoğunluğu, %1’lik dilimin kendi üzerinden ultralüks bir hayat sürmesini bir süre kaldırabilir, ama ilanihaye bu duruma evet demez. Bu ise, diğer devirlerin bitişi gibi ecir (ücretlilik) devrinin de bitişi ve malikiyet devrinin başlangıcına gelmekte olduğumuz anlamına gelmektedir.
Günümüz finans sistemi, altın gibi herhangi bir gerçek kıymet ölçüsüne bağlanmayan para ve ‘kıymetli evraklar’ üzerinden sermayedarların suiistimallerine alabildiğine açık olduğu müddetçe, insanlığın çoğuna özgürlük vaad etmekten uzaktır.
Dolayısıyla, önümüzdeki dönemde er veya geç şu anda cari olan finans sisteminin çok köklü değişikliklere uğrayacağına, çoğunluğun lehine sermayedarların elinin zayıflayacağına, insanların genel olarak (zekat verecek kişi bulunamayacak ölçüde) zenginleşeceğine şahit olacağız. Ya da belki çocuklarımız, torunlarımız buna şahit olacaklar. Ama gidişat kesinlikle bu yönde olacaktır. En doğrusunu Allah bilir.
…
Çektiği belgesel filmlerle Amerikan toplumunun iç çelişkilerini başarılı bir biçimde yansıtmayı başaran Michael Moore, Kapitalizm: Bir Aşk Hikayesi’nde de kapitalizmin toplumun fakir kesimlerini nasıl etkilediğini tek tek insan hikayeleri üzerinden anlatıyor. Kâr hırsı ve açgözlülüğün ulaştığı boyutu, belgeselde, çalışanını ondan habersiz sigorta ettiren ve o öldüğünde toplu parayı ailesine beş kuruş ayırmadan kasasına koyan şirketlerde görebiliyoruz. Yine, belgeselde 2008 krizine yol açan Wall Street’in yapısı, federal hükümetle arasındaki sermayedarların lehine olan çarpık ilişkisi, finans şirketlerinin borçlarının halkın vergileriyle nasıl kapatıldığı gibi konulara yer veriliyor.