TR EN

Dil Seçin

Ara

Taç

Taç

Anne olmayı hiç istemedim ben. Ayıp di mi bunu söylemem. Doğruyu söyleyen kaç köyden kovuluyordu? Dokuz değil doksan dokuz olsa da gerçek bu!

Damdan düşer gibi bu ne şimdi böyle diyenler olacaktır. Şaşkın tavırların, “nasıl yani”lerin, kınayıcı bakışların hepsine hazırım.

Tam da anneler günü dolayısıyla anneliğe methiyeler yazılması gereken bir ayda yakışmadı değil mi bu itirafım? Buyurun, vurmak isteyen vursun, sözlerimi dövsün. İşin aslını öğrenmek niyetinde olanlar varsa diyeceklerimi bir köşede sessizce okuyuversin. Kimseyi incitmeden anlatmaya çalışayım.

Korkunun her türlüsünü tattım diyemem, kim bilir bilmediğim daha ne tür korkular vardır ama çocuk sahibi olma, onun sorumluluğunu alma, onu hakkıyla yetiştirememe korkusu bütün büyük korkularımla yarıştı her zaman. Ve ben bu yüzden anne olmayı hayallerimde bile gezdiremedim. Bebeklerle oynadığımı da hatırlamıyorum, evciliklerde de hiç yoktum. Zorla değil ya, anne olma fikrini sevemedim işte sevemedim.

Artık kendimi ispat etme gibi bir derdim de yokken, ispat edeceğim insanlar da yakınımda değilken ve hazır elimde sesimi duyurma imkânı varken çekinmeden söyleyebilirim: “Benim annelik serüvenim, güle oynaya başlamadı.”

İnsanların ısrarlarına ve çocuğumun olmadığına dair psikolojik baskılarına daha çok dayanamamıştım ve onlar kazanmıştı. Anne oldum da ben mi kaybettim peki? Asla! Kârun’un sahip olduğu hazinesini de verseler iki emanetimle değiş yokuş yapmam! Üstelik meselenin çok ötesini düşününce bir anneye bundan daha büyük bir ikramiye de çıkamaz! Ama bu hikâyenin başı böyle yazılmasa iyiydi.

Annelik ulvi bir makamdı ve ben bir türlü oraya yaklaşamıyordum. Kendimi yarım yamalak hissedince hep tamamlanmak için uğraştım. İnce hesaplar yaptım, büyük ve zorlu bir sınava hazırlanır gibi gün gün anneliğe çalıştım. Kitapları yaladım yuttum. “Nasıl anne olunur?”un yolunu yordamını öğretmeyen ama çocuğun olmadığında hemen yadırgayan bir toplumun içinde, çocuk istemediğimi söyleyince sorgulandım, göz hapsine alındım! Sürekli, ezbere annelik hikâyelerini dinlemeye maruz kaldım. Sustum. Her şeyi hakkıyla bildiğini sananlar topluluğu tarafından anneliğin bir zorluğu olmadığına, belli başlı şeylerle yapılacak, basit bir şey olduğuna inanmaya zorlandım.

“Anne olunca anlarsın!” cümlesiyle tehdit edildiğimiz ve anne kelimesini huzurla değil ezayla, cefayla, sabırla yan yana andığımız bir toplumda anne olmaya neden can atmam gerektiğini kimse söylemedi bana? Hadi onu da geçtim, çok güzel evlatlar yetiştirdiğini sanan bu insanlar, filozofik(!) fikirlerini bu kadar patavatsızca konuşma hakkını kimden alıyorlardı, hiç anlayamadım!

Kundaktaki bebeğini cami avlusuna bırakan ya da doğar doğmaz hastane binasının konteynerine atan, evladını bebekken başkasına verebilen kadınlara da sırf çocuk dünyaya getirdikleri için anne deniyor. En basitinden açıp baktığınızda TDK’deki karşılığı böyle. Hâlbuki annelik doğumla değil boğazdaki düğümlerle başlıyor.

Bu acı hikâyelere çare olmak yerine insanların çocuk sahibi olmaları hakkında durmadan rahatsız edici bir üslupla ulu orta konuşanlara, sarf ettiği kelime başına ceza kesilse yeridir.

Ayrıca annelik, “Çocuk bu, anlamadan büyüyor işte.” denerek hafife alınınca özendirilmiş de olmuyor.

Anne olmayı bir devir teslim törenindeki bayrağı devralmaya benzetiyorum ben. Bir farkla ki bu teşbihte bayrağın yerini annelik tacı tutuyor. Anne olunca annem başındaki o tacı çıkarıp bana taktı diye düşündüğümü dün gibi hatırlıyorum.

Ben yorgunluktan dizinin dibinde biraz dinleneyim demiştim de o usulca omuzlarımdan tutup “Artık bu taç senin, şimdi bunu yere düşürmeden başın dimdik yürümelisin, korkma ben hep yanındayım.” dedi sanmıştım.

Koştum aynaya baktım. Annelik tacının bana yakışıp yakışmadığını anlamak için eni konu döne döne baktım. Annemin başında durduğu gibi durmayacağını adım gibi biliyordum ama yine de baktım. İçimden “Yani ben şimdi, annem gibi kara kışta borular buz tutunca ellerimin donması uğruna iki evladım için karları kazanlarda eritip çocuklarımı yıkayabilir miyim? Çocuklarımın istediği elbiseleri alamayınca parça kumaşları birbirine ekleyip, cicili bicili bayramlıklar dikip bayram sabahına yetiştirebilir miyim? Çocuğum okusun diye ana yadigârı küpelerimi bir zarfın içine koyup okuduğu şehre gönderebilir miyim? Şimsek çaksa gök gürlese korksam da korkmuyormuş gibi yapıp o an sırf yavrularım korkmasınlar diye masallar uydurabilir miyim? Peki, şimdi benim ellerimde de mis gibi yemeklerin kokuları, evdeki herkesin sevdiği şeyi yetiştireyim diye yara almış baş parmağımda hep bıçak kesiği mi olacak? Ben de evladım hasta olsa ya da biri canını sıksa onu rüyamda görebilecek miyim? Annemi ne zaman yanımda istesem hemencik yetişip “Eee ana ile kız, helva ile koz” demesi gibi bu sefer de Hızır gibi yetişen ben mi olacağım? Kilometrelerce öteden bir müneccim gibi ben de evladımın canının çektiği şeyi bilebilecek miyim yani? Yollar kapansa gidemesem de ne yapıp edip makinistlere, yeri gelip kaptana ya da şoförlere, ellerimle yaptığım şeyleri evladıma ulaştırması için tatlı tatlı dil dökebilecek miyim?”

“Ne kadarı gelir ki elimden?” diye düşünmüştüm, “Tacı takınca yanında sihirli bir değnek de veriliyor mu ki acaba?” diye çocukça pazarlıklara girişmiştim kendimce. Anne olmak bunca bedel istiyorsa bu bedeli ödeyememekten korktum. Korkmakta haklıydım ama beni  bu korkularım büyüttü ve bütün unvanlarımdan çok annelik unvanını ve bir de tacımı sevdim.

Siz de tacınıza iyi bakın, vakti geldiğinde onu sizden teslim alacak narin başlar var, düşürmeyin sakın.