Önceki yazımızda LGBTIQ (kısaca homoseksüellik) hareketinin açılımından, tarihinden ve temel mottolarından bahsetmiştik. Yazımız, büyük ilgi çekti. Gelen talepler üzerine iki yazı olarak düşündüğümüz bu seriyi daha detaylı işlemeye ihtiyaç olduğunu gördük. Bu yazımızda homoseksüellerin iç dünyasına ve aslında ne dediklerine biraz daha eğilelim. Buna karşılık ilgili çalışmaların ne dediğine de göz atacağız.
…
Özellikle son yıllarda dizi, film, belgesel, reklam, sosyal medya gibi tüm dünyanın takip ettiği mecralarda bilinçli ve yoğun bir şekilde eşcinselliğin normal olduğuna yönelik propagandalar yapılıyor. Şöyle bir baktığımızda artık neredeyse her dizide en az bir eşcinsel karakterin rol aldığını görebiliyoruz. Bu şartı yerine getirerek yapımlarına maddi destek alıyorlar…
Özellikle şu an dünyanın en popüler film ve dizi platformunun neredeyse tüm yapımlarında özellikle eşcinselliği işlediği çok açık bir şekilde görülüyor. Bu durum, malum platformları en fazla kullanan grup olan gençleri ciddi şekilde etkiliyor. Batı’nın dayattığı insan hakları kavramı, büyük sermaye sahiplerinin maddi yardımları ve ellerindeki medyanın da bu büyük gücü sayesinde yoğun eşcinsellik propagandası bombardımanı altında olan insanlık, doğru soruları sormayı bile düşünemiyor. Akıl edebilse de sesini duyuramıyor. Ağzını açtığı anda “homofobik/eşcinsel düşmanı” damgası yemekten kurtulamıyor.
Çağımız, mesnetsiz ve delilsiz bilgi çağı ne yazık ki… İfade özgürlüğü hakkının en büyük çıkmazı burada olsa gerek. Hiç kimse düşüncesinin kaynağını, dayanağını vermek zorunda hissetmiyor kendisini. “Yaptım, oldu” yollu bir düşünceyle bilime, dine, kurulu düzene, geleneğe başkaldırabiliyor. Eşcinsel hareket işte tam da bu hareket tarzını benimsemiş durumda. Romantik sloganlarla hareket edip üzerine biraz da ajitasyon sosu dökünce insanların soru sorma hakları bile kalmıyor. Aksi takdirde homofobik damgası yemeniz işten değil.
Eşcinseller, yukarıda saydığım üç nedenden (insan hakları, ekonomik yardımlar ve medya) dolayı artık kendilerini daha rahat ifade edebiliyor. Biraz dikkatle baksak ne dediklerini rahatlıkla anlayacağız ve çelişkilerle dolu mesnetsiz iddialarını bağırmadan, kavga etmeden, bilimsel olarak rahatlıkla çürüteceğiz. Ancak mevcut durum tam tersi olduğu için romantik sloganlar üzerinden kutuplaşma ve taraftarlık gitgide artıyor.
Eşcinsel hareket temel olarak apaçık bir şekilde, bulundukları durumun her insan için geçerli olan bir fıtri meyil olduğunu söylüyor: “Doğuştan olduğu için bu gayet doğaldır. Erkek ve kadın diye iki cinsiyetin ayrımı doğal değildir. Bu sadece toplumun dayatmasıdır. Erkeklerin sadece kadınlara cinsel istek duyması; kadınların ise sadece erkeklere cinsel istek duyması toplum dayatması olduğu için karşı çıkılmalıdır. Hatta çocuklarda bile eşcinsellik vardır. Cinsel isteklerin tatmini karşı cinslerle olmak zorunda değildir. Çocuk sahibi olma meselesi ise cinsel zevk ve ihtiyaçtan tamamen ayrıdır. Günümüzde evlat edinme, taşıyıcı annelik, gönüllü taşıyıcılık gibi yöntemlerle herkes çocuk sahibi olabilir. İnsan, mutlu olduğu şeylerin peşinden gitmelidir. Çünkü mutluluk, yani tam bir iyi olma hali hayatın temel hedefidir. Her şey mutluluk içindir. Mutlu olma hakkı da insan hakkıdır…”
Yukarıdaki paragrafın savunucularının bilimsel olarak dayandıkları en önemli kişi, biyolog Alfred Charles Kinsey’dir (1894-1956). Kinsey, yaptığı çalışmalarda erkek eşcinselliğinin ve kadın eşcinselliğinin toplumda sanılandan katbekat daha fazla olduğunu iddia ediyordu. İnsanlığa şu mesajı veriyordu: eşcinsellik bu kadar çok ise doğuştandır ve normal bir eğilimdir.
Hatta aynı kişi bebeklerin bile orgazm olduğunu iddia edebilecek kadar ileri gitmiştir. Kinsey, ABD’de 1945-1955 yılları arasında bomba etkisi yapan çalışmaları ve kitaplarıyla “cinsel devrimin öncüsü” olarak takdim edildi. Tüm bu çalışmalarında kendisini fonlayan ise, meşhur Rockefeller ailesiydi.
…
Hakikaten bilimsel gerçekler Kinsey’in ve eşcinsellerin savunduğu gibi mi? Bilim onlardan yana mı?
Kinsey’in yaptığı çalışmaların bilimselliği o yaşarken hiçbir zaman ciddi şekilde sorgulanamadı. Bu durum, Judith Reisman adlı kadın bir araştırmacının 1977 yılında Kinsey’in araştırmalarını ciddi şekilde ele almasına kadar sürdü. Reisman, Kinsey’in tüm çalışmalarının çarpıtılmış gerçekler içerdiğini defalarca ispatladı.
O tarihten bu yana bilim, defalarca Kinsey’i yalanladı ama artık kuyuya taş atılmıştı. Bu konuda detaylı bilgiyi Dr. Mücahit Gültekin’nin Algı Yönetimi ve Manipülasyon adlı kitabında bulabilirsiniz.
…
Her insan her iki cinsiyete ait hormonları vücudunda taşır. Ancak erkekte erkeklik hormonu daha baskınken kadında kadınlık hormonu baskındır. Bazen bu hormonların salınımında doğuştan ve/veya sonradan bozulmalar olabilmektedir. Hatta bazen nadir olarak iç ve dış cinsel organları tam gelişmeyen, bu nedenle de hangi cinsiyete ait olduğu ilk bakışta anlaşılamayan “interseks/hermafrodit” bireyler olabiliyor. Gerek hormonal gerek anatomik bozukluklar içeren bu bireyler elbette ki uygun bir şekilde tedavi edilirler. Ama bunları eşcinsellikle karıştırmamak gerekir. Ayrıca bu anomalilerin doğuştan gelmiş olması doğal ya da fıtri olduğu anlamına mı gelir? Nitekim herhangi bir azası olmadan doğan insanlar ya da doğuştan diyabet hastası olarak doğan insanlar var. Bunlara doğal deyip tedavi etmeyecek miyiz?
Psikoloji bilimi de eşcinselliği 1973’ten beri hastalık olarak görmemekle birlikte “ego ile uyumlu” ve “ego ile uyumsuz” ayrımına gider. Eğer birey egosu ile uyumsuz ise yani birey kendinden rahatsız ise çeşitli terapi yöntemleri ile tedavi yoluna gidilir. Ancak birey egosu ile uyumlu ise yani bireyin kendinden memnun olması durumunda tedavi söz konusu olmuyor. Bu tıpkı doğuştan diyabetli bir hastanın hastalığından memnun olmasından dolayı hasta olmadığını iddia etmesine ve tedavisini reddetmesine benzer. Üstelik ideal durumun diyabetli hasta olmak olduğu iddia ediliyor. İşte dananın kuyruğunun koptuğu nokta da burası. Anlaşmazlık bu temel noktadan çıkıyor. En büyük itirazımız da bu noktayadır.
Eşcinselliğin doğal olduğunu iddia edenleri genetik bilimi doğrulamıyor. Eşcinselliğin genetik olarak aktarıldığını ispatlayan herhangi bir veri yok. Hal böyleyken elimizde eşcinselliğe yönelten sebeplerin en güçlüsünün çevre olduğu gerçeği kalıyor.
Eşcinselliğin zeminini hazırlayan en önemli etken, cinsel kimlik gelişimi dönemindeki (özellikle 1-6 yaş aralığındaki) çocuğa verilen hatalı mesajlardır. Çocuk bu mesajları öncelikle anne-babasından alır. Yani asıl faktör hatalı ebeveyn modelleridir. Ebeveynin bebeğe/çocuğa gönderdiği örtük veya açık mesajlardır. Çocuk bu mesajları yorumlayarak kendisine bir yol çizer, yani cinsel kimliğini buna göre geliştirir. Eğer bu dönemdeki bir kız çocuğu annesi ile, erkek çocuk da babası ile özdeşim kuramaz ve biyolojik cinsiyetine özgü bir cinsel kimlik geliştiremezse, Cinsel Kimlik Bozukluğuna sürüklenir (CKB). CKB, ergenlik öncesi dönemde tedavi edilmesi gereken bir bozukluktur. Eğer tedavi edilmezse ergenlik döneminde stabilleşme olur ve ergenlik sonrasında da büyük oranda eşcinsellik gelişir.
…
Peki, eşcinseller gerçekten mutlular mı? Mutsuz olmalarının nedeni toplumun onları dışlaması mı?
Veriler bize bunun tam tersini söylüyor. Sözü, Türkiye’de eşcinsellikle ilgili yetkin çalışmalardan biri olan Prof. Dr. Zeki Bayraktar’ın yazdığı “Norm ve Norm Dışı Cinsellik” kitabına bırakıyorum.
“(…)Nitekim son güncel çalışmalar da bu verileri teyit ediyor. Seksüel oryantasyondaki uyumsuzluk [homoseksüellik], anksiyeteye, strese ve depresyona neden olur. Depresyon ise intihar riskini anlamlı bir şekilde artırır. Amerikan Tabipler Birliği tarafından yayımlanan JAMA Psikiyatri Dergisi`ndeki güncel bir çalışmaya göre ABD’deki 15-34 yaş arası ölümlerin ikinci sebebi intiharlardır. Bu çalışma, depresyonun intihar riskini anlamlı bir şekilde artırdığını, bu riski azaltmak için de depresyonun mutlaka tedavi edilmesi gerektiğini savunuyor.”
“Hollanda ve Danimarka gibi geyliğe daha fazla tolerans gösterilen [heteroseksist toplum baskısının bulunmadığı, eşcinsellerin cinsel yönelimlerini gizlemek zorunda kalmadıkları] ülkelerdeki geyler de benzer bunalımları yaşıyorlar. Geyliğe daha düşmanca yaklaşan toplumlarla kıyaslandığı zaman durum değişmiyor. Yani homoseksüeller bütün kültürlerde yüksek oranlarda bunalım yaşıyorlar.”
“Hollanda verileri dikkate alınarak yapılan güncel çalışmalar, bu durumu daha net gösteriyor. Bu çalışmalar, eşcinsel erkek ve kadınlarda psikiyatrik problemlerin anlamlı derecede yüksek olduğunu gösterdiği [teyit ettiği] gibi bu durumun önceki yıllara göre değişmediğini de [yıllara göre azalmadığını da] gösteriyor. Buna göre 1996’da toplanan ve 2001’de yayınlanan veriler ile 2007-2009 arasında toplanan ve 2014’te yayınlanan veriler arasında [eşcinsellerdeki psikiyatrik problemlerin sıklığı bakımından] anlamlı bir fark bulunmuyor.”
“Demek ki eşcinsellerde görülen yüksek oranlı psikiyatrik problemler, toplum baskısı ile izah edilemez. Çünkü bu durum, toplumun eşcinselliğe karşı toleranslı olup olmamasına, kültüre ve yıllara [döneme] göre değişmiyor.”
Devam yazımızda görüşmek duasıyla…