Batı felsefesine takla attıran Ludwig Wittgenstein, Aziz Tomas ve İbn Rüşd’ün sayfalarında da rastladığımız bir önermeyi tekrarlayarak, “Dilek kelimesinin lisan içindeki işleyişini anlarsanız, lisanı anlarsınız.” dediğinde, onu pek az kişi anlamıştı.
Wittgenstein, insanın iki önemli üstünlüğüne işaret ediyordu; dilemek ve lisanı buna göre şekillendirmek.
İnsan kelimelerle düşünür.
Derinden, içten içe, kendi kendine konuştuğu zamanlarda bile.
Kelimeleri olmayanın bilgisinden veya fikir yürütmesinden bahsetmek mümkün değildir. Allah (cc) insanı yaratmadan önce, meleklere, yeryüzünde bir halife, yani bir vekil yaratacağını söyler. Ne büyük rütbe! Zikirlerinde hiçbir kusur etmeyen melekler, insanı, yeryüzünde kan dökecek, fitne fesat çıkaracak bir varlık olarak gördüklerinden, bu yeni yaratılış karşısında neden secde etmeleri gerektiğine bir anlam veremezler.
Hz. Âdem’e, şeylerin, yani varlıkların isimlerini öğreten Allah (cc), meleklerden, bu isimleri kullanmalarını ister. İsimlerden habersiz olan melekler:
“Sen bizim bilmediklerimizi bilirsin.” diyerek, Allah’ın emrine uyar ve secde ederler; İblis hariç.
İlk insanın, isimleri, yani kelimeleri bilerek, kullanarak, meleklerden bile üstün bir mertebeye ulaşması, şüphesiz çok dikkat edilmesi gereken bir mesele. Kur’an-ı Kerim’in, bir kitap olarak, lisan üzerine inmiş bir mucize olduğu gerçeğini de göz ardı etmezsek, kelimelerin, âlemlerin kapılarını birbiri ardına açan anahtarlar olduğunu kabul edebiliriz.
“Dilek”, aslında, Müslümanların gün içinde sıklıkla kullandığı bir kelime.
Ne var ki, bazı tercüme hataları ve lisan kirliliği yüzünden, işlevini tam yerine getiremiyor bu kavram. Allah’ın (cc):
“Yarın şu işi yapacağım deme, inşa’Allah yapacağım de.” emrine uygun olarak, dilimize Arapça orijinaliyle yer eden “İnşa’Allah...”
Bir de hoş, güzel bir şey gördüğümüzde kullandığımız, “Maşa’Allah”.
Her iki örnekte de yer alan ortak kelime “şae”, Türkçe’ye çevrildiğinde, dilek olarak karşımıza çıkıyor:
İnşa’Allah/Allah dilerse ve maşa’Allah/Allah dilemiş/dileğiyle.
İnsanın, Allah dilemedikçe hiçbir şey yapması mümkün değildir, ancak, insanın kaderinde dilemenin önemli bir yeri vardır. Kimilerinin özgür irade veya seçme özgürlüğü diye adlandırdıkları, aslında, dilemenin ta kendisidir.
Kul Rabbinden diler ve O da dilerse, kulun dileği hak/gerçek olur.
Peki, insan, nasıl diler?
Dileğini rabbine nasıl iletir?
Tabii ki kelimelerle... Dileğin, kelimelerde dile gelmesi ve lisan üzerinden göklere yükselmesi, duadır. Kimi zaman günlük işler veya bir musibetin üzerimizden kalkması, kimi zaman da yaşamak istediğimiz hayat veya olmak istediğimiz kişi için dile gelen dilekler, dualar...
İstemek ile dilemek arasında, yok gibi görünse de, ince çizgilerle çevrili bir fark olduğunu hatırlamakta fayda var.
İstemek, nefse aittir. İnsan, nefsinin veya şeytanın dayattığı istekleri hisseder, ama, bunların hepsine karşılık vermez. Sinirlenince kötü söz söylemek isteyip de sustuğumuz, daha çok yemek isteyip de sofradan kalktığımız, intikam duygusu ile karşılık vermek isteyip de affettiğimiz gibi...
Dilemek, gerçekten istediğimiz, istediğimizi kabul ettiğimiz şey için çabalamak, onu duaya döküp, Allah’ın dileğiyle gerçekleşmesini beklemektir.
Selâm üzerlerine olsun; Hz. İbrahim’in, “zürriyetinden, insanlara ibadet ve kitabı öğreteceklerin gelmesini” dilemesi, Hz. Musa’nın “Firavun’un zulmünden kurtulmayı” dilemesi, Hz. Süleyman’ın “başka hiç kimseye nasip olmayacak bir mülk” dilemesi, Müslümanların her gün namazlarında “nimet verilenlerin yolundan gidebilmeyi” dilemesi ve bunları, dualarla Yaratan’a ilettikleri gibi...
Bir de inanmayanlar var tabii... Firavunlar, Nemrutlar, Ebu Leheb’ler...
Adil olan Allah, onlara da dilediklerini verdi. Ne var ki onlar, sapmışların yolunu dilediklerini, son nefeslerine kadar bilemediler.
Ne mutlu “Müslümanım” diyene ki, neyi ve nasıl dileyeceğini bilmesi için, elinde Kur’an-ı Kerim, önünde Resullullah (sav) var!