TR EN

Dil Seçin

Ara

Ay Saçlı Zenci

Altmış yaşlarında. Gri, kıvırcık, sert saçlarının oluşturduğu çember, simsiyah yüzünün üzerinde ay gibi parlıyor. Kim bilir, kaç senedir direksiyon sallıyor gecelere? Çocukları uzakta olmalı. Kocası, ağır iş şartlarına dayanamayıp göçüp gitti belki; belki de seneler önce başka bir kadının kollarına kaçtı. Yine de o, hep gülüyor. Gecenin könde, sarhoşları, evsizleri, delileri ve eşcinselleri, şehrin bir ucundan, öbürüne taşıyor. Derin nefeslerle açılan otobüs kapılarının ardından, sanki hiç yalnız kalmamış, sanki hiç acı çekmemiş, sanki hiç terk edilmemiş, dünyanın bütün hazinelerine sahipmiş gibi, pırıl pırıl gülüyor. Karanlık suratlara düşüyor pırıltısı. Suratıma düşüyor; utanıp gülümsüyorum.

İyi geceler, nasılsın?

Sağolun, ya siz?

Resmi, ama samimi karşılamanın ardından, her gece yaptığım gibi otobüsün en arka köşe koltuğuna yerleşiyorum. Yerde fıstık kabukları, aceleyle atıştırılmış McDonald’s mönülerinden arda kalan patates kızartmaları, kağıtlar, boş bira kutuları.

Şehir merkezine yaklaştıkça, otobüs dolmaya başlıyor. Önce, kesif çöp kokan bir Meksikalı biniyor. O da arka koltuğa kuruluyor. Saatlerdir bulaşık yıkadığını, para kazanmak için bulaşık yıkadığım zaman burnuma işlemiş kokuyu tanıyınca anlıyorum. Yüzlerce bardak ve tabak... İnsanların tabaklarına yığdıkları, sonra yemeden bıraktıkları yemeklerin ağır tortuları. Meksikalı, bir anda otobüse hâkim oluyor. Çöp ve israf kokusu koltuklarımıza, elbiselerimize siniyor.

Bir sonraki durakta, kadınsı tavırlarıyla, cinsiyetinden memnuniyetsizliğini, suratımıza tokat gibi indirmeye kararlı eşcinsel Core atlıyor içeri. Ay saçlı kadın yine gülüyor, yine selamlıyor.

İyi akşamlar.

Beş-on durak sonra, şehir merkezi geride kaldığında, otobüsün, tekerlekli bir tımarhaneden farkı kalmıyor. Kahkaha atarak, bağıra çağıra kendi kendiyle konuşan evsizler; toz ve çöp kokmalarına aldırmadan camlara yapışarak, Amerikalı kadınlara bakan Meksikalılar. Alkol ve sigara kokusunu, her nefeslerinde üzerimize üfleyen sarhoşlar, şişman bodur latin kadınlar, zenciler, Çinliler, beyazlar: Amerika rüyası!

Cam kenarında oturmama rağmen, dışarı bakmıyorum. Dışarı döndüğümde, camda, aksimi görüyorum. Bu otobüsün içinde kendimi görmeye tahammülüm yok. Kendimi yok sayıyorum, yokmuşum gibi davranıyorum. Sanki bir perdenin ardından bir avuç deliyi seyredermiş gibi, bağıran, söven, kokan bu insanları izliyorum. Zaten onlar da benim varlığımdan habersiz. Beni görmüyorlar. Görseler, kendilerini görecekler. Kimsenin kendine tahammülü yok. Otobüs, aynasız, ışıksız... Arada bir dışarıdan süzülen ışıklar parlıyor camda, bir de ay saçlı kadın.

Mahalleler geçiliyor, şehrin delileri duraklardan sokaklara dağıtılıyor. Bunların mesaisi de bu mu? Devlet bunlara da para ödüyor mu?” diye düşünüyorum. Kapılar, geniş nefeslerle açılıyor, kapanıyor. Gece, çöktükçe çöküyor üstümüze. Karanlık, bütün ağırlığını, evine dönmeye çalışan bitkin işçilerin omuzlarına bırakıyor. Motor sesi ve cinnet kahkahaları, fren basıyor hayallerimize. Hayal kurmak, en ağır mesai oluyor birdenbire. Homurtulu lastik sesleri, iliklerimize işliyor.

İşte, şurada, şu otobüste bildim ki dünya, en ağır mesai.

Ölümle bitecekse bu mesai ve Sûr’un paydos zilinden farkı yoksa, varsın gelsin ölüm! Hele melekler de ay saçlı kadın gibi gülümseyip bizi selamlayacaksa; ne gam, ne tasa!