TR EN

Dil Seçin

Ara

Çarpıcı Bir Tanışma / Hayatın İçinden Bir Hatıra

Çarpıcı Bir Tanışma / Hayatın İçinden Bir Hatıra

‘Beisbol’ (Beysbol) konusunda ne bilirsiniz?

Sakın “Bir şey bilmiyorum.” demeyin, ayıp olur. 

En azından usta şoförlere danışın. Çünkü onların bir kısmı beysbol denilen oyuna bayılır. Bu spora duydukları ‘derin aşk’ nedeniyle de oturdukların koltuğun hemen yanında, üstelik de ellerinin hemen altında, son derece sağlam bir beysbol sopası bulunur.  

Beysbolun kurallarını bilmeseniz de, o sopa hakkında ne bilirsiniz peki?

Yine sesiniz çıkmadı değil mi?

Kültürünüz artsın biraz, cahil kalmayın! Hiç olmazsa Gogol Baba’ya sorun. Onun dediğine göre bu sopanın çapı 7 cm civarındaymış, ağırlığı ise neredeyse 2 kilogram. Boyu konusunda az-çok tahmin yürütseniz de, yine ben söyleyeyim: En fazla 106 cm gelirmiş bu ‘sopacık.’ Kürdan boyunda yani… Fakat işin garip yanı, bu sopalar çok farklı malzemeden yapılsa da, ahşap sopaların tercih edilmesiymiş. Elbette ki en sert ağaçtan yapılanlar. Çünkü tahta sopalarla vurulduğunda, vurulan şeyden nefis bir ‘Krakk!’ sesi çıkarken, plastik esaslı sopalarla vurulduğunda, ‘çok yetersiz’ bir ‘ping!’ sesi duyuluyormuş. 

‘Krakk!’ nerede ‘Ping’ nerede? 

Bu farkı görmeyen ya da anlamayan cahillere yazıklar olsun!

Her halde bazı şoförler o harika sopaları bu farkı bilmeyenlere göstermek istiyorlar. Ve mesela bir kaza olsa, kendisine çarpanlara bu sopalarla çarparak onlara ‘Krakk!’ sesini çok yakın bir mesafeden duyuruyorlar.   

Siz siz olun, bu sesi hiç merak etmeyin.

Bu kadar bilgi yeter, sadede gelelim:

2000’li yılların başındayken, eşim ve iki kızımla Eyüp Sultan Camisinde bir sabah namazına katılmak istemiştik. Bunun için elbette ki gece karanlığında yola çıktık. Etrafta çok az sayıda araba vardı. Biri de 100 metre kadar önümüzdeydi.

Camiye birkaç sokak yaklaşınca, önümüzdeki araba o sakaklardan birinin başında durdu. Herhalde onlar da camiye gidiyordu. Fakat gittikleri yolda kuşkuya düşmüşlerdi.

Biz de aynı tereddüdü yaşadığımız için, onların arkasında beklemeyi tercih ettik. Onlar nereye saparsa biz de onların peşinden gitmek niyetindeydik.   

20 Metre kadar önümüzde duran araba, biraz sonra aniden geri gelmeye başladı. Aramızdaki mesafe o kadar fazlaydı ki, o sırada işyerini temizleyen bir adam, gelen arabayı görüp birkaç saniye boyunca: “Yavaş! Yavaş! Çarpacaksın!” diye bağırsa da ona duyuramadı.    

Ben olayı sanki ‘ağır çekim’le izlesem de, herhangi bir kaza için endişe etmiyordum. Çünkü öndeki şoförün arkasına hiç bakmadan (üstelik metreler boyu) geri geri geleceğini sanmıyordum. Zaten gece olduğundan farlarımız açıktı ve o şoförün bizi fark etmemesi imkânsızdı. 

Fakat delikanlının niyeti ciddiymiş ve ‘son kararı’ bizim arabaya çarpmakmış.

Hem de ne çarpış!

Arabamın farlarından biri tuz-buz olduğunda işin farkına vararak dışarı çıktık.

Öndeki şoför de aynı şeyi yaparken:

“Affedersiniz!” dedi. “Bu iş nasıl oldu bilmiyorum. Lütfen kusura bakmayın! Bütün suç bende...”

Bize çarpan arabada sakallı bir dedecikle (tahminime göre) eşi oturuyordu. Belki de o genç şoförün dedesiyle ninesi… Namaz için gelmişlerdi Eyüp Sultan’a…

Delikanlı peş peşe özür dileyip dururken, ben hiçbir şey söylemeden arabamın arkasına doğru yanaştım. Ve kızlarımın şaşkın bakışları altında, ağır hareketlerle bagaj kapısını açtım.

Daha sonra öğrendim ki delikanlı o sırada endişeye kapılmış. Ön koltuğun arkasına sığmadığından, arabamın bagajına koyduğum beysbol sopası biraz sonra tüm haşmetiyle ortaya çıkacak ve delikanlının bir yerine inmese de, o küçük arabasının kaportasını göçertip harika bir ‘Krakk!’ sesi çıkartacakmış. 

Genç şoför feci yanılmış şükürler olsun.

Arabamın arkasından sessizce aldığım şey, o günlerde yeni çıkan ‘İki Cihan Güneşi, Peygamberimiz’ adlı kitabımdı.

O kitabı kendisine doğru uzatıp:

“Bunu sana hediye etmek istiyorum.” dedim. “İnşallah güzel bir hatıra olur.”

Delikanlı derince bir nefes alarak, arabamın bagajını açtığım andaki korkusunu anlattı. Çünkü bu şartlarda oradan çıkacak şey, kendisi için pek de hayırlı olmazdı.

Hemen tanıştık tabi, ismi İbrahim’miş.

Bu yüzden kitabı şöyle imzalamıştım ona:

“Çarpıcı bir şekilde tanıştığım İbrahim kardeşime ve ailesine, cennet arkadaşlığı duasıyla…”

İbrahim’in şaşkınlığı konuştuğumuz sürece hiç azalmadı. Kendisi bir müdür yardımcısıydı ve Büyük Şehir Belediyesinde çalışıyordu. Arabamı tamir ettirmeyi teklif etse de, bunu uygun bulmadım. Kaskom bulunmasa bile böyle bir hatıra için ufacık bir zararı önemsiz görmüştüm.

İbrahim’le yıllar boyu yazışıp durduk, arada bir telefonla görüştük. Bütün bunlar bir araya geldiğindeyse, inşallah bir cennet tablosu oluşturduk.

Sopaların yerini kitaplar almalı artık, ya da çiçekler.

Öfke ve nefretin yerini ise sevgi…

Zaten şu muhteşem âlem, ‘sevgi’ denilen iksirle ayakta durmuyor mu?