TR EN

Dil Seçin

Ara

Başım Gözüm Üstüne! / Hayatın İçinden Bir Hatıra

Başım Gözüm Üstüne! / Hayatın İçinden Bir Hatıra

2021 Yılının son aylarında, küçük kızım Dahiliye Uzmanı çıktığı için ‘Mecburi Hizmet Kurası’ çekmek zorunda kaldı..

2021 Yılının son aylarında, küçük kızım Dahiliye Uzmanı çıktığı için ‘Mecburi Hizmet Kurası’ çekmek zorunda kaldı.

Evimiz Kocaeli’nden, İstanbul’a doğru 20 kilometre uzakta, ‘Şirinyalı’ denilen bölgedeydi. Ve hemen deniz kenarında olduğu için, oradan ayrılmak bize zor geliyordu.

Kura günü yaklaşırken bu nedenle hepimiz huzursuzduk. Çünkü kızım bekârdı ve nereye giderse gitsin onun yanında olmamız gerekiyordu. Oysa ben ve çocuklarım doğduğumuz günden beri Sakarya, Kocaeli ve İstanbul üçgeninde yaşıyorduk. Açıkçası biraz tembel olduğumuzdan, ‘başka bir şehir’ denince hemen burun kıvırıp:

“İsteyenler, istedikleri yere gitsin! Buraları bize bol bol yeter.” diyorduk.

Endişemizin yanında bir yandan da büyük bir ümit besliyorduk. Çünkü evimize yakın Dilovası Bölgesinden Dahiliye Uzmanı talep edilmişti. Kızım iyi bir kurayla oradaki hastaneyi kazanacak olursa, 15 ay boyunca aynı yerde kalacak ve doktorları çok korkutan ‘doğu hizmetinden’ kurtulacaktı.(!)

Kura günü yaklaşırken hem kızım hem de annesi işlerini bırakarak bazı adaylara telefon etmeye başladı. Haberlere bakılırsa bu kadroya 3 doktor baş vuracak, hatta son günler içinde belki 2 kişiye inecekti.

Kızım için büyük bir müjdeydi bu… %50 İhtimal çok yüksekti çünkü. Hatta dualar da hesaba katılırsa, o hastaneyi kazanmak neredeyse kesindi. Bu durumda ‘ev taşıma veya yerleştirme’ derdi olmazdı. Elbette ki gurbet acısı yaşamak da… Yapılacak masraflar da birden ‘sıfıra inerek’ bizi rahatlatırdı. Üstelik kızım, kahvaltıdan hemen sonra arabasına atlayıp sadece on dakikada hastaneye ulaşır ve işi sona erdiğinde trafik derdi çekmeden yine aynı rahatlıkla eve dönerdi.

Sonraki günler içinde bir ‘dua ekibi’ ile bol bol dua edildi. ‘Tefriciye’ler çekildi… Ve kura günü geldiğinde kızım, annesini alıp İzmit’e gitti.

Eşimin akrabaları, ona şansından dolayı ‘Talihli’ lakabını takmışlardı.

Elbette ki benim gibi harika biriyle yuva kurduğu için…

Eşim bu nedenle şansına güvenerek:

“Kura çekilir çekilmez sana telefon ederek ‘Dilovası müjdesini’ vereceğim inşallah. Daha sonra bu müjdeyi hemen ‘ıslatır’ ve eşi-dostu çağırarak güzel bir ‘ıslama köfte’ yaparız.” dedi.

Islama köfteyi bilenler bilir:

Sakarya’nın meşhur köftesidir bu… Kızartılacak ekmekler daha önce kemik suyuna batırılır. Ve ızgara köftelerle birlikte servis edilir. Bir de ‘üzüm şırası’ istenir yanında. Böylelikle ‘muhteşem üçlü’ tamamlanır ve onları kim yerse yesin: “İşte, köfte budur!” der.

Eşim, kızımla birlikte evden çıkınca, ben de vazifelerimi tekrarlamak maksadıyla bir kez daha dualara sarıldım. Dilovası Hastanesi ‘çantada keklik’ olsa da elbette ki dua etmeden yapamazdım. Çünkü kız babası olmak kolay değildi. Oğlum da doktordu ama kura günü geldiğinde buna benzer bir sıkıntı yaşamamıştı. Zaten uzak bir yeri kazanmış olsa da:

“Haydi yavrum, Allah selamet versin!” derdik. “Nasıl olsa erkeksin, üstelik de her yer bizim vatanımız değil mi?”

Kura çekildiği zaman telefonum büyük bir şevkle çalmaya başladı.

Aceleyle açtım ama sadece trafik sesi duyuluyordu.

Yani korna sesi veya insan gürültüleri…

En sonunda işin aslı ortaya çıktı:

Kızımın çektiği kura belli olunca, bizim hanım kendisini sokağa atmış, avazı çıktığı kadar bağırıp ağlıyordu.

“Eşim herhalde sevinçten ağlıyor.” falan desem de bu sözlere kendim bile inanmıyordum.

Bu nedenle hemen sordum:

“Hanım ne oldu?” diye. “Çabuk söyle, yoksa Sakarya’ya mı gidiyoruz?”

Hanım, içini çekerek:

“Keşke Sakarya olsaydı,” diye inledi. “Hatta Eskişehir veya Ankara…”

Sırtımdan ter boşanırken:

“Yapma be Hanım!” dedim. “Bu ihtiyar hâlimizle Ankara’nın ötesine nasıl gideriz yahu? Yoksa Konya falan mı?”

“Oraya bile razıydım. Hatta Urfa çıksa bile bayram yapardım.”

Eşim benim kalp krizi geçirmemden korktuğundan haberleri ‘alıştırarak’ veriyordu.

Sakin olmaya çalışıp tekrar sordum elbette:

“Urfa’dan öteye hangi şehir vardı ya? Bildiğim kadarı ile Mardin, değil mi?”

Hanım tekrar feryat edip:

“Ona bile çoktan razıydım, dedi. “Kurada Hakkâri çıktı, Hakkâri! Yani Türkiye’nin en uç noktası…”

Konuşmakta zorlansam da bu sefer ben onu teselli edip:

“Boş ver be hanım!” dedim. “Kendini üzme! Bütün her şey kaderle takdir edilmiştir. Hem geçen gün internete girip bakmıştım. Hakkâri denilen şehir Paris’ten güzel. Zaten 300 bine yakın nüfusa sahip. Kısacası canın ne isterse hepsi var… Alışveriş merkezleri, pastaneler, lokantalar ya da birbirinden güzel piknik yerleri... Say sayabildiğince… Devlet Hastanesi ise neredeyse kusursuz… Merak etme çok rahat edeceğiz. Kızımız da rahat edecek, korkma!”

Hanım, neredeyse bayılmak üzereyken:

“Oraya da katlanırdım elbette,” dedi. “Fakat kura şehir merkezine değil de, Hakkâri’nin Çukurca İlçesi’ne çıktı. Yani 80 kilometre ötedeki çatışma bölgesine… Kısacası tam Irak sınırına… İlçenin nüfusu 7 binden fazla değilmiş, 7 bin kişi de köylerde yaşıyormuş.”

Eşim ancak 7 günde kendine gelebildi. Kızım ise çok şükür ki daha kısa sürede…

Benim halimi sormayın, ihtiyar biri olarak sanki korkunç bir kâbus yaşıyordum. İzmit’teki evimizden on dakika ötedeki pideciye gitmek bile beni yorarken, şimdi doktor kızım için bu şehirden hicret edip Çukurca’ya yerleşmek zorundaydım. Üstelik de ev eşyalarıyla birlikte…

Yerimiz belli olunca hemen haritayı açıp gideceğimiz yolu belirledik. Türkiye’nin bir ucundan diğer ucuna kadar, ‘kuş uçuşu’ 1650 kilometre görünüyordu. Bu yol uçakla gidilse kolaydı ama, bizim böyle bir şansımız bulunmuyordu. Gideceğimiz diyarda kızıma araba lazım olduğu için, hazırlıklar bittiğinde onu eşyayla doldurup ’güneşin doğduğu yöne’ hareket ettik. 

Yani ‘kara yolu’ ile tam 2 bin kilometre öteye…

Önce Kahraman Maraş’ta, daha sonra Van’da birer gün konaklayarak…

Şu an Haziran Ayı’nın son günündeyiz. (2022) Ve Rabbimize çok şükür ki halimizden fazlasıyla memnunuz. Kızım evden çıktığında 2 dakika içinde hastaneye yürüyerek gidebiliyor. Ve küçüğünden büyüğüne herkes tarafından sevilip sayılıyor.

Üstelik de her fırsatta “Başım-gözüm üstüne!” denilerek…

Küçücük çocuklar bile bu sözleri içtenlikle söylüyor bize.

Bu da dua hükmüne geçiyor inşallah.

...

Irak sınırına bakan yüksek tepeler, Çukurca’nın merkezinden ya da evimizden bin metre kadar uzak. Yani yüksek sesle bağıracak olursak, tepedeki kışlalarda kalan Mehmetçikler bizi duyabilecek. ‘Obüs’ veya ‘doçka’ gibi ağır silahlar, zirvenin diğer yanına, yani Çukurca halkının görmediği alanlara yerleştirilmiş. Böylelikle silahların o korkunç sesleri perdelenmeye çalışılmış. Fakat buna rağmen bize ulaşan sesler, yaşadığımız evlerin camlarını titretmeye yetiyor.

Çatışmalar neredeyse hiç kesilmiyor.

Özellikle geceleri 3-5 dakika arayla üstümüzden geçen Atak Helikopterleri ve çok daha yüksekten uçan F16’lar, Irak’a doğru yönelip karşı dağın arkasında kayboluyorlar.

Bu sesler duyulduğunda dua vaktinin geldiği anlaşılıyor:

Mehmetçiğimiz için dua etmek... Ya da bütün masum veya mazlumlar için…

Kızımın görev yaptığı Çukurca Hastanesine bazen yaralı askerler getiriliyor. 

Bazen ise şehitler…

Bu da gözyaşı dökmenin vakti herhalde...

(Bu satırları, 1 Temmuz gecesi saat 23.00’de yazarken, evimizin yanındaki Emir Sultan Camisine iki şehit getirerek cenaze namazlarını kıldılar. Bu kadar geç bir saatte kılınan cenaze namazı görmemiştik. Öyle zannediyorum ki Çukurca Halkı, o mübarek şehitlerin cennete uçmak üzere çok acele ettiklerini hissetmiştir.)

Ne zaman dışarı çıkıp polis veya askerleri görecek olsam, hemen yanlarına gidip onları kucaklıyor ve imanlı bir askerliğin faziletinden, ya da bütün müminlerden aldıkları dualardan söz ediyorum.

Bu sözlere öyle mutlu oluyorlar ki…

“Hocam, duanızı bizden eksik etmeyin! Çünkü buna ihtiyacımız var!” diyorlar.

Özellikle askerlerle sohbet ederken, bir şeyi açıkça görüp hayrete düştüm. 

Hepsi inanılmaz derecede nurluydu.

Müstakbel evliyalar ve şehitler gibi yani…

Özellikle komandalar (çatışma olmasa bile) büyük zorluklar altında sanki her an savaş halindeymiş gibiler. Üstelik bu Mehmetçikler dağın en üst noktasında kaldıklarından, bütün tedbirlere rağmen ‘yıldırım düşmesi’ sonucunda yaralanıyor. Doktor kızım bu konuda çok sayıda yaralı asker geldiğini ve bir kısmının Hakkâri’ye yani şehir merkezine nakledildiğini sık sık söylüyor.

Böyle bir şey hiç aklıma gelmezdi ama, gazilik ya da şehitlik kolay değil ki…

Rabbimizin ihsanıyla Çukurca’da bir bakıma ‘postacı’ oldum sanki. Ne zaman dışarı çıksam, içi kitap dolu olan çantamı da alıyorum yanıma. Küçük-büyük, asker-polis, esnaf veya öğrenci farkı gözetmeden, birçoğuyla sohbet edip onlara uygun kitaplar hediye ediyorum. 

Yani Allah’ın izniyle bir bakıma cennet hayatı yaşıyorum.

İşin en güzel tarafı insanların birçoğuyla tanışmış olmak.

Fakat bunun kötü bir tarafı var: 

Alışverişe gidince para vermeye kalksanız, hemen kaşlarını çatıp: 

“Hocam! Başım gözüm üzerine geldiniz ama, bize para lazım değil.” diyorlar. “Bir dahaki sefere verirsiniz.”

İnanması çok zor ama esnaftan bazılarıyla kavga(!) etmedikçe para veremiyoruz. Ve elimizde olmasa da ‘birkaç kuruş sebebiyle’ birbirini boğazlayan insanları hatırlayıp üzülüyoruz.

 

Çukurca’nın bir ucundan diğer ucuna kadar, en fazla on dakikada yürümek mümkün. Zaten tek bir caddemiz var, ‘sokak’ demek de mümkün. Ve onun kenarına sıralanan dükkanlar.  Fakat bize sorarsanız en büyük lüksümüz ‘A101’i dolaşmak… Oraya adım atınca İstanbul’a geldik sanıp adeta kendimizden geçiyoruz.

Bir gün eşimle birlikte o dükkânı dolaşırken 8 yaşındaki Esra ile tanıştık. Annesiyle birlikte gelmişti oraya… Gördüğümüz kadarıyla ekonomik durumları çok kötü olduğu için, patates ve soğan gibi temel gıdaları almak zorundalardı.

Ya da ekmek, pirinç veya makarna gibi şeyler… Zaten Esra’nın annesi onların fiyatlarını dikkatle inceliyor ve biraz pahalı bulunca hemen almaktan vazgeçip yerine koyuyordu.

İşimiz bittiği zaman onları tekrar gördük. Hesabı ödemek için kasaya gelmişlerdi. Fakat Esra bu sırada canı çok çektiği için raflardan bir gofret alıp diğer yiyeceklerin üst kısmına koydu.

Belki 2-3 liralık bir gofretti bu, belki de daha ucuz. Bu nedenle kolayca ödenirdi.

Ben ve eşim onları uzaktan izlerken, annesi gofreti görüp küçük kızın kulağına doğru eğildi ve onu yanağından öpüp bir şey söyledi.

Esra hiçbir şey demeden gofreti aldığı yere götürüp koydu.

Üstelik de suratını bile asmadan… 

Çünkü o gofret yerine bir ekmek alınsa daha iyi olabilirdi.

Biz eşimle birlikte onları görsek de, annesi ve Esra bizi fark etmemişti. 

Bu yüzden hemen Esra’nın yanına gidip:

“Benim kızım annesine çok yardım ettiği için harika bir hediyeyi hak etti,” dedim. “Bir paket çikolataya ne dersin Esra? Üstelik de fındıklı…” 

Esra bir anda şaşırıp konuşmakta zorlanırken bu sefer de eşim araya girip:

“Esra belki fıstıklısını sever.” dedi. “En iyisi ben de bir paket fıstıklı alayım…” 

İki paket çikolata, biraz sonra Esra’nın elindeydi.

Sanki bütün dünya eline geçmiş gibi…

Bu olaydan sonra bütün kalbimle inandım ki, 2 paket hediyenin o küçük kıza verdiği mutluluk için, Kocaeli’nden kalkarak 2 bin kilometre yol gelmeye değerdi.

Hem Esra hem de annesi o tertemiz kalpleriyle bu gerçeği hissetmiş olmalı ki, marketten ayrılırken bize teşekkür ederek, yine o güzel sözlerle uğurladılar:  

“Başım gözüm üstüne, hoş geldiniz…”