İnsan; en zayıf ve en nazlı canlı.
Bedeni de ruhu kadar hassas… Hava birazcık sertleşse hemen rahatsız oluyor, üşümemek için tedbirler alıyor.
Muhatabı sesini biraz yükseltse ve üslubunu azıcık sertleştirse bu defa ruhu rahatsız oluyor; iç âleminde soğuk rüzgârlar esiyor. İradesine hâkim olamazsa bu rüzgârlar fırtınaya dönüşüyor, münakaşaya ve kavgaya yol açabiliyor.
İnsanın o sert sandığımız dişleri de hassas ve nazlı. Etler biraz az pişse, dişler kesme görevini yeterince yerine getiremiyorlar ve insan lokmayı ağzında sağa sola yuvarlayıp duruyor, bir türlü yutamıyor. Ama et yiyen hayvanların dişleri de mideleri de gıdalarına göre ayarlanmış. Dişleri o sert etleri kolaylıkla koparabildiği gibi, mideleri o pişmemiş etleri rahatlıkla hazmedebiliyor.
Demek ki, biz et yemekte aslanlardan nazlıyız.
İnsan birazcık bulanmış bir suyu içmekten çekinirken serçeler sokaklardaki o çamurlu suları büyük bir iştahla içiyorlar ve o nazik bedenleri onlardaki mikroplardan nedense fazla etkilenmiyor.
Demek ki, biz su içmekte serçelerden nazlıyız.
Yürümekte de nazımız ve aczimiz kendini gösteriyor. Bizim bir günde attığımız adımların yüzlerce katını karıncalar belki bir saatte atıyorlar ve bizim kadar yorulmuyorlar.
Demek ki, biz yürümekte karıncalardan nazlıyız.
İnsan bir süre yüzse yoruluyor ve dinlenme ihtiyacı duyuyor. Ama balıklar gün boyu durup dinlenmeden yüzüyorlar.
Demek ki, biz yüzmekte balıklardan nazlıyız.
Pis bir koku midemizi hemen bulandırırken, onun yüzlerce ilerisi kokularda bir takım hayvanlar hayatlarını zevkle sürdürüyorlar.
Demek biz koku almada onlardan çok daha nazlıyız.
Bizim, atlet, gömlek, kazak, ceket, pardösü, palto gibi farklı mevsimlere göre yapılmış nice giyeceklerimize bedel, güvercinler tek tip elbiseyle yetiniyor ve o soğuk havalarda bizim halimizi sanki hayretle seyrederek üzerimizde uçuşuyorlar.
Demek biz, soğuğa dayanmada güvercinlerden nazlıyız.
Bu örnekleri her bir organımız ve her bir hissimiz için genelleştirebiliriz. Ve görürüz ki, insanoğlu diğer canlılardan çok daha zayıf, çok daha hassas ve çok daha nazik.
Arzın halifesi ve kâinatın en mükemmel meyvesi olan insanın, bu kadar zayıf ve aciz yaratılışındaki derin hikmeti Sözler mecmuasında geçen şu cümlede bütün berraklığıyla müşahede ediyoruz:
“O zaafın kuvvetiyle ve aczin kudretiyledir ki, şu mevcudât ona musahhar olmuş.” (Sözler, Yirmi Üçüncü Söz)
Hizmet edilen, hizmet edenden daha ileri bir dereceye, daha yüksek bir rütbeye, daha ulvi bir mertebeye sahiptir.
Yer küresi, insanlar da dâhil olmak üzere bütün canlıları sırtında taşıyor. Hava bütün canlıların teneffüsüne yardım ediyor, güneş hepsinin görmesini sağlıyor. Bu azametli, büyük ve her tarafı kaplamış varlıklar bu küçük canlılara hizmet ediyorlar. Bu hal gösteriyor ki, o küçük misafirlerdeki hayat sıfatı, çok hassas bir yaratılışa sahip ve cansızlardan çok ileri bir mertebede.
Canlılar âleminde, arılar insana bal yaparken, koyunlar süt, tavuklar yumurta takdim ediyorlar. Demek ki, insan kendisine hizmet eden bu varlıklardan çok daha ileri bir mertebede. Bunun temelinde de onun zaaf ve aczi yatıyor. O nazlı ve zayıf insan, muhtaç olduğu bütün bu gıdaları yapmaktan aciz olduğu için kendisine bu hayvanlar hizmet ettiriliyor.
Meseleye, “Hakiki hakaik-i eşya esma-i İlâhiyedir.” hakikatinin ışığında nazar ettiğimizde anlıyoruz ki, bu çok aciz, fakir, muhtaç ve hassas yaratığa bütün bir varlık âleminin hizmet etmesiyle, onda İlâhi isimlerin hepsi tecelli etmiş oluyor. Bu ise insanın diğer varlıklardan daha ileri bir mertebede olmasını netice veriyor.
Mesela, açlık nedir, hastalık nedir bilmeyen melekler âleminde ne Rezzâk ismi tecelli ediyor, ne de Şâfi ismi. Bu tecelliler insana meleklerden daha ileri bir derece kazandırıyor.
Konunun bir diğer yönü de şu:
İnsan akıl nimetine mazhar olmakla, kendisine yapılan bütün bu yardımlara karşı şükür görevini yerine getirme istidadına sahip. Deve de nefes alır ama havanın nasıl bir nimet olduğunu idrak edemez. Sabah olunca kuşlar da yuvalarından çıkıp uçmaya başlarlar, ama onların bu büyük nimete kavuşmaları için yer kürenin güneş etrafında saatlerce döndüğünü bilemezler.
Bir mümin, Fatiha Sûresini okurken bütün âlemleri Allah’ın terbiye ettiğini hatırlar. Güneşin de, havanın da, suyun da, meyvelerin, sebzelerin ve hayvanların da kendisinin istifadesine en uygun biçimde terbiye edilmiş olduklarını düşünür ve surenin devamında “Yalnız sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz.” der. Böylece şükrünü ancak bütün âlemleri terbiye eden Allah’a takdim ettiği gibi, her ihtiyacı ve derdi için de yine ancak O’ndan yardım dilenebileceğini kalbine ve bütün iç âlemine iyice yerleştirir.
Böylece, bu dünyada O’nun zayıf ve nazlı bir kulu olarak yaşamanın nimetlerini tadar, zevkine erer, huzurunu bulur, saadetine kavuşur.