Yıllar önce, iş seyahatlerimden biri beni Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’a götürdü. Seyahat gayesi iş de olsa, o güne kadar Hac veya Umre ziyaretinde bulunmadığım için, uçağım Suudi sınırlarına girdiği andan itibaren aklımda sadece Mekke ve Medine vardı.
...
Ancak yoğun programımın herhangi bir ziyarete izin vermeyeceğinden emin olduğum için, gece vakti uçağın içinde oldukça mahzun bir şekilde pencereden karanlık çöl üzerinde arada tek tük gözüken petrol kuyularının ışıklarını izliyordum. Seyahatim tevafuk üzere mevlid kandiline denk geldiği için, bir taraftan da Mecusilerin 1000 yıllık ateşini söndüren, gökyüzünü nurla doldurup, dünyanın dört bir yanında şüphe götürmez mucizelere sebep olan kutlu doğumun bir izini de bu gecede arıyordu gözlerim. Ne de olsa semanın yüksek bir noktasında bulunduğum için bu mübarek gecede mucize kabilinden meydana gelecek en ufak bir kıpırtıyı ilk ben görecektim!
Tabi bu tip görüntüler, normal gözlere ek olarak etkili bir kalp gözü ile görülebildiği için, uçağın kazasız belasız inmesini de bir nevi mucizeden sayıp onunla yetinmek zorunda kaldım.
Riyad’da geçen 7 günün ardından sürpriz şekilde birkaç gün de olsa zamanım artmıştı. Uçaklarda yer bulamayınca derhal bir araba kiralayıp 800 km’den uzun Riyad-Mekke yoluna çıktım. Çöl boyu bomboş bir yolda ilerlerken, arada yakıt almak için istasyonlara uğradığımda, önemli bir şeyi fark ettim. Bizim memlekette benzin istasyonları son derece güzel şekilde inşa edilir, pırıl pırıl elektronik pompalar, şık giyimli pompacılar, tertemiz bir ortam karşınıza çıkar. Petrolü olmayan memleketimizde durum buyken, petrolün ana memleketi Suudi Arabistan’daki istasyonların muhteşem olmasını beklersiniz değil mi? Ama gerçekten bunu beklerseniz tam bir hayal kırıklığı yaşarsınız; zira buradaki istasyonlar 1970’lerin mekanik pompaları, son derece düzensiz yerleşim ve hiçbir şeyin olmadığı harabeden hallice mekanlardır.
Bu bakımsızlığın ve ilgisizliğin sebebini bulmak için ise fazla düşünmeme gerek kalmadı; zira bizde petrol ürünleri, maliyetinin 5 katına satıldığından, benzin istasyonları pahalı ürünlerin satıldığı lüks yerlerdir. Ama Suudi Arabistan’da cebinizdeki 3-5 parça bozuk para ile depoyu doldurduğunuz, para etmeyen bir şey olan akaryakıtın satıldığı yerler olduğundan, son derece eski ve bakımsız oluyorlar. Kimse gelip kapınızı açıp hoş geldiniz demiyor. Deponuzu her yanından damlatan, hortumlarından yakıt damlayan pompalarla kendiniz doldurduktan sonra, parayı almaya gelen birileri oluyor ve yüzünüze bile bakmadan parayı alıp yallah diyorlar. Hatta bir keresinde çok sıcak bir saatte girdiğim istasyonda benzin aldıktan sonra kimse para almaya gelmedi. İleride klimalı bir kulübede oturan istasyon görevlisini elimle gel gibilerden çağırınca, pencereden “yallah yallah” diye bağırıp “bu sıcakta gelip para falan alamam, boşver parayı” dermişçesine eliyle gitmemi işaret etti. Bu durum bu memlekette cezası ağır olan hırsızlığa girer mi kolu bacağı boş yere kaptırır mıyız diye endişe ederekten kendim gidip parayı zorla verdim.
Riyad’dan Mekke’ye uzanan uzun yol üzerinde 2 yerde Medine Ayrımı var. Bir ok Kuzey Batıya Medine’yi, diğer ok Batıya doğru Mekke’yi gösteriyor. İnsan bu noktalarda direksiyon kendi elinde olduğu için inanılmaz hislere kapılıyor.
Yol bitmeden evvel harem sınırlarına girmeden ihramımı giyip daha sonra Mekke’de iş için geldiğim firmanın görevlendirdiği Abdülazim isimli rehberimle buluştum. Abdülazim Mekke’de olmamıza rağmen, Medine misafirperverliği ile karşıladı beni. Hemen arabayı park edip Harem’e doğru yürümeye başladık. Üzerimde, yaptığım uzun yolculuğun yorgunluğunu arıyordum ama sanki Mekke’de doğmuşçasına dinçtim. Anlaşılan kutlu beldenin mucizeleri eşliğindeki sürprizler başlamıştı.
Abdülazim, kendisi ile mescitte ilerlerken, Harem-i Şerif içerisinde düşündüğüm veya aklımdan geçirdiğim her konu için son derece dikkatli olmamı, zira burada her şeyin dua niyetine geçtiğini ve duaların koşulsuz kabul edildiğini söyleyip uyardı beni. Ne derse tamam deyip geçiştiriyordum; zira aklımda Kabe’nin ne zaman karşıma çıkacağından başka bir şey yoktu. Mescidin içinde ilerlerken birden ayaklarım yerden kesildi. Ne olduğunu anlamadan kendimi yerde zırıl zırıl ağlarken buluverdim. Yanımda ağladığımı görüp durmadan “maaşallaaah maaşalaaah” deyip duran Abdülazim daha çok ağlamama sebep oluyordu. Biraz sakinleşince namaza durdum. Kabe’yi ilk kez görmek ve orada kılınan o ilk namaz, hayatta insanın en son unutacağı birkaç şeyden biridir. Hele benim gibi dağa tırmanmak dahil, uç noktalarda spor yapan ve unutulmayacak çok şey yaşadığını zanneden birisi için bile bu böyledir.
Namaz sonrası Abdülazim tavafı ve yapılacakları anlatıp beni bekleyeceği yeri gösterdi. Tarihinin en tenha zamanlarından birinde Kabe’de bulunmak nasipmiş bana. Bu sebeple yarıçapı son derece küçük olan tavafımı kısa sürede bitirdim. Fakat aklımın geri planında o ulaşılmaz Hacer-ül Evsed’i görüp dokunmak, belki de öpmek olduğu için durmadan plan yapıyordum. Gördüğüm kadarı ile bırakın dokunmayı yaklaşmak bile imkansızdı. Zira etrafında eli coplu bir görevli ve birbirini ezen yüzlerce insan vardı. Biraz astronomi meraklısıyım ya aklımdan şunu adam gibi bir görmek bir insana nasip olur mu? Şöyle 5-6 dakika olsun incelemek üzerindeki izleri görmek, acaba meteorların izlediği yolla mı indirildi dünyaya?.. Peygamber peygamberinin ona yaklaşımı, ona dokunuşu ve onu öpmesi ile hem maddi hem manevi anlamda üst düzey bir varlık bizim dünyamızda. Acaba onu uzun süre gözleyebilmek için Suudi Kralı mı olmak lazım vs diye düşünürken, Hacer-ül Esved’e doğru sıkışan kalabalığa karışıverdim. O kadar kolay ilerledim ki hayret edersiniz. 1-2 dakika içinde eli coplu bekçinin, son birkaç metrede güç bela oluşturduğu düzenli sıranın içindeydim. Kimseye 1 saniyeden daha fazla izin verilmiyordu. Bir anda sıra bana gelmişti. Tam dokunacakken bekçi copu göğsüme dayayıp beklememi işaret etti. Meğer diğer taraftan bayanların oluşturduğu bir sıra varmış ve erkekleri durdurup onlara izin verdi. Hacer-ül Esved tam 50 santim uzağımda tüm detayları ile karşımdaydı. Bayanların hakkı dolana kadar 5-6 dakikadan fazla izledim onu! Derken sıra bize gelince bekçi çok beklediğimi karşılığında ise acele etmeden rahatça dokunabileceğimi belirten bir hareketle bana izin verdi. 10-15 öpücük kondurup vedalaştım. Az önce içimden geçirdiğim Suudi kralına bile bu kadarı nasip olmamıştır herhalde...
Tavaf ve Hacer-ül Esved ziyareti sonrası Abdülazim ile buluşmaya giderken onun sözleri beynimde yankılanıyordu.
“Düşündüklerine dikkat et, burada her şey dua niyetine geçer ve anında mukabele edilir…”
Hacer-ül Esved ilk sürprizdi. Hakikaten kalbimden geçenlerin aynen gerçekleştiğini, onu uzun uzun seyretmeme ve bol bol dokunmama nasıl da izin verildiğini hissedip iliklerime kadar ürperdim. Ancak bu dua öyle eller açılıp yapılacak cinsten değildi. Gerçekten bunun dua olarak bilinçli söylenmesi değil, içten istenmesi ve biraz da gayri ihtiyari kalpte dolaşması gerekiyormuş. Yani bir nevi dua değil düşünceler kabul ediliyordu. Bu durumda Abdülazim’in niçin dikkatli olmam için ikaz ettiğini net anlamış oldum. Burada dua olarak kabul edilen şeyler kalpten geçenler, el açılıp istenenler değil ve kalpten mazallah kötü bir şey geçerse vah halimize…
Daha sonra Abdülazim beni say yapmam için zemin katta Safa-Merve tepeleri arasındaki bölüme götürdü. Rahmetli Anneannemin ve diğer ziyaretçilerin bana çocukken zorluğunu anlattığı ve uzun yürüyüşü yapacaktım demek. Bu işi hakkıyla, şikayet etmeden yapabilecek miyim diye düşünerekten başladım ve 1-2…derken 7. ve son tura giriverdim! Aklımdan geçenlere mani olamıyordum ve yine unutmuştum dualara anında mukabele edildiğini. “Ne varmış bunda her tarafta buz gibi zemzem, mis gibi klima, anlatıp zor dedikleri iş bu muymuş ki? Nesi zormuş bunun? Allah’tan korkmadan şikayet ederler bir de… Şimdi istesem 2 kere daha 7’şer tur yaparım, hiç zor değilmiş ki!”
Say’ın son metrelerini geçerken bunları düşünüyordum ki orada tekerlekli sandalyesi ile benim çıkacağım son yokuşu tırmanmaya çalışan belki 100 belki 120 kg’lik özürlü bir adam gördüm. Say'ı kolayca tamamlamış olan birisi olarak yapıştım sandalyenin tutamaklarına ve yukarı ittirmeye başladım. Adamın ağırlığı ve sandalyenin de biraz arızalı olması beni son metrelerde baya zorladı. Normalde yukarı vardığımızda sandalyeyi bırakıp Abdülazim ile buluşacaktım. Tam oraya geldiğimizde sandalyeyi bıraktım ama adam şaşırıp kaldı. Abdülazim adama Arapça bir şeyler sorup bana İngilizce dedi ki: “Bu sandalyeyi tuttuysan bu adamın sayını tamamlatmak zorundasın ve daha 6 turu var!” O zaman tekrar anında mukabele edilen dualar aklıma geldi. Say'ı küçümsemiştim, neresi zormuş 2 kere daha yaparım demiştim ya? Buyrun işte en az 100 kg’lik bir adamın tekerlekleri arızalı sandalyesini kilometrelerce ittirip 12 yokuş çıkıp, 12 yokuş indirecektim. O ağırlığı zaptederken yokuş indirmek de çıkarmak kadar zordu. Tabi duama anında gelen mukabelenin içimde oluşturduğu ürpertiye eşlik eden ter ve yorgunluk ile adamın say’ını da tamamlattım. Bittiğinde gerçekten ben de bitmiştim. Evvelden kalbimden say’ın kolaylığı ile geçenler kaybolup gitmişti. İlk başta aklımsıra say'ı küçümsemiş, şikayet edenlere yaşlı, kilolu ya da rahatsız demeden niye şikayet ederler ki gibilerden nazar etmiştim. Bu çok basit bir iş 2 kere daha yaparım demiş ve anında mukabeleyi alıp, 2 katı ağırlıkla 1 kere daha yapıp 2 kere kadar yorulmuştum!
Bundan sonra gereken duaları okuyup saçımdan kestirdim ve umrem tamamlanmış oldu. Abdülazim lüks bir otelde odamın hazır olduğunu söylese de ben onu gönderip geceyi Kabe’de geçireceğimi söyledim. O gittikten sonra hemen tavafa başladım. Aklıma yine Hacer-ül Esved düştü. Düşüncelerimle ilgili iki kere mucizevi hadiseler yaşamış olsam da, dersimi almamış olacağım ki; “Şu Hacer-ül-Esved’i görmek zor diyorlar, işi bilirsen kolayca görürsün yeter ki kafan çalışsın.” gibilerden geçiyordu aklımdan. Hemen atladım yine onun civarındaki kalabalığın içine. Eli coplu bekçi değişmişti. İnsanları sıraya sokmaya çalışıyor ve düzeni sağlamaya gayret ediyordu. Yine kolayca ilerleyip son sıraya ulaştım. Birkaç dakika içinde kavuşup görecek belki yine öpüp bir de memlekete dönünce “yahu zor diyorsunuz ama kolayca 2 kere gördüm birinde de 5-6 dakika seyrettim, bol bol da öptüm” diye hava atacaktım. Tam yaklaşıp Hacer-ül-Esved’i görüş alanıma alacakken, sanki birisi beni alnımdan işaretleyip “bu demin bol bol gördü, birçok kere de öptü” yazmışçasına bekçi o kadar adamın arasında sakince bekleyen beni buldu ve sebepsiz yere yallah diye kovup sıranın dışına atıverdi. Üstelik deminki bekçi değildi bu ki beni tanısın?! Değil dokunmak görememiştim bile… Süklüm püklüm tavafa geri dönerken Abdülazim’in sözleri yankılanıyordu yine beynimde: “Düşündüklerine dikkat et, burada her şey dua niyetine geçer ve anında mukabele edilir.” Bu sefer de denmişti ki, ayağını denk al nasip edilirse görürsün burada olanları senin zekan veya yeteneğin belirlemiyor, sende bir şey yok, başardığın şeyleri kendinden bilme.
Tavafımı tamamlayınca çekilip bol bol namaz kıldım.
Kabe’yi seyredip az önce yaşadıklarımı, dualara gelen anlık mukabeleleri ve kendimi düşündüm…
Ardından yanına filleri yani zamanın karşı konulamaz güçlerini katıp fütursuzca gelip, Allah’ı mağlup edip Kabe’yi yerle bir edebileceğini zanneden akılsız Ebrehe’yi…
Sonrasında, Efendimizi alt etmeye çalışan müşriklerin, neyle savaştıklarını bilmeden boşa çektiği kürekleri hayal ettim.
İmtihan sırrına aykırı gelmeden önceki son noktadaki mucizelerle burada, bu mekanda inanana ve inanmayana en güzel şekilde dersini veren, evini koruyan, evini ziyarete gelenin “aklından geçen her şeye” anında mukabele eden zatın büyüklüğü ve kudreti karşısında gün boyu aştığım çöllerdeki herhangi bir kum tanesinden daha büyük olmadığımı tekrar tekrar anladım.
En önemlisi yatsıyla teheccüd arasındaki harikulade vakitte Allah’ın evinde 1 saat kadar uyuduktan sonra, oraya giden benle, dönen ben arasındaki farkın farkına vardım.