Bir menekşe, bir serçe, bir insan—bunların hepsinin de hayattan bir payı vardır. Aralarındaki farkı ise sakın menekşeye veya serçeye sormayın. Bilemezler; çünkü bulundukları hayat seviyeleri, diğerleriyle bir karşılaştırma yapmaya müsait değildir.
Bir güneş ve birkaç damla yağmur, bir menekşenin ‘neş’e-i lütufla’ gün boyu tebessümüne yeter de artar bile. Bir serçe, birkaç yem kırıntısıyla aynı neş’eyi bulur. Hem öyle bulur ki, o şevkle saatlerce başlarımızın üzerinde şakır, durur.
İnsanın hayat seviyesinde ise, kâinatta ne varsa bir sofra olarak düzenlenmiştir. Bir koyun ot ve su ile bir hayat sürer; insan ise onun sadece etinden binlerce ayrı lezzet alır. Ne bu ayrı ayrı lezzetleri, ne bir fecir manzarasının ihtişamını, ne bir bülbülün şakıyışını, ne de yıldızların gökkubbemizdeki manzarasını zevk etmenin nasıl birşey olduğunu anlayacak ölçüler, insandan daha aşağıdaki hayat seviyelerinde mevcut değildir. Mevcut olmadığı için, bunların eksikliği de hissedilmez. Menekşe yağmur damlasıyla, serçe yem kırıntısıyla, koyun çimenle mutlu bir ömür sürer, gider.
Fakat her insanın hayat seviyesi de bir değildir. Bir bitki hücresi ile insan arasında ne kadar hayat mertebeleri varsa, insanların seviyeleri arasında da en az o kadar farklılıklar vardır. Bu farkları ayırt etmek için de, yine hepsine birden en yukarıdan bakmak gerekir ki, bu da bizi iman ve İslâmiyetin hayat seviyesine getirmektedir. Yoksa, Rabbi huzurunda secdeye kapanmış bir peygamberin o anda duyduğu ve yaşadığı mânâyı bizim idrak etmemiz ne kadar imkânsızsa, bir menekşenin desenleri üzerinde bir mü’minin okuduğu mânâları, hayata inkâr veya gaflet çukurlarından bakan bir adamın hissetmesi ve anlaması da o kadar imkânsızdır. Öylelerine iman ve İslâmiyetin lezzetlerinden söz etmek, fare peşinde koşan bir kediyi kulağından yakalayıp ona gelinciklerle süslü bir dağ yamacını seyrettirmeye çalışmak kadar beyhude bir çabadır.
Fare peşindeki kedinin hayat seviyesiyle bir kâfirin hayat seviyesi arasındaki benzerlik, inanılmayacak kadar şaşırtıcıdır ve gerçektir. Delil mi? İşte, ömrünün sonlarına doğru yazdığı bir mektupta, “en muhteşem manzaralar karşısında bile hiçbir şey hissetmediğini’’ söyleyen Darwin’in itirafı! İnkâr cereyanlarının insanlığı kâinat dolusu nimet ve hazlardan yoksun bıraktığı, bizzat kâfirin itirafıyla sabittir.
Hayatın iman ve inkâr seviyeleri arasındaki farkı, her zaman her yerde görebilirsiniz. Bir su samurunun deniz kestanelerini topladıktan sonra eline bir taş parçası alışını, sonra suda sırtüstü yüzerken göğsüne koyduğu taşa kestaneleri vura vura kırıp yiyişini seyreden bir mü’minin o manzara üzerinde okuduğu rahmet ve hikmet mânâlarını bir evrimciye göstermenin hiçbir yolu yoktur. Çünkü bunlar, onun bulunduğu hayat seviyesinden görülmesi mümkün olmayan anlamlardır. Onun içindir ki, su samurunun bu işi kendiliğinden akıl edemeyeceğini itiraf etmekle beraber, bu ‘akıllı’ işin kaynağını su samurundan daha bilinçsiz olan ve ne deniz kestanesinden, ne de taştan haberi bulunmayan kromozomlarda aramaya kalkar!
Kâfirin gözü güzelliği de görmez. Veya görse de, güzellik olarak görmez. Nasıl renk renk tüylerle kaplı bir muhabbet kuşu, bir kedinin gözünde bir fare kadar değer ifade ediyorsa, kâinatın ve hayatın renk renk güzellikleri de bir kâfirin gözünde, ancak sindirim ve üreme sistemlerine hizmeti nispetinde değer ifade eder. Çünkü ‘güzellik’ dediğimiz şeyin kaynağı, onların hayallerinin bile erişemeyeceği bir yerdedir:
“Nasıl ki ceset ruha dayanır, ayakta durur, hayatlanır. Ve lâfız mânâya bakar, ona göre nurlanır. Ve suret hakikate istinad eder, ondan kıymet alır.
“Aynen öyle de, bu maddî ve cismânî olan âlem-i şehâdet dahi bir cesettir, bir lâfızdır, bir surettir; âlemi gaybın perdesi arkasındaki Esmâ-i İlâhiyeye dayanır, hayatlanır, istinad eder, can alır, ona bakar, güzelleşir. Bütün maddî güzellikler kendi hakikatlerinin ve mânâlarının manevî güzelliklerinden ileri geliyor. Ve hakikatleri ise, Esmâ-i İlâhiyeden feyiz alırlar ve onların bir nevi gölgeleridir.” — Şuâlar
Güzellikten mahrumiyeti, eğer bir insanın başına gelebilecek en büyük felâket olarak düşünüyorsanız, acele etmeyin: Onun arkasında, bir de sevgiden ve şükürden mahrumiyet vardır. Bir gülün tebessümü karşısında hayret ve muhabbetle mest olmak, bir elmayı ve bir nefes havayı kendisine bağışlayanı bilip Ona karşı vücudunun zerrelerine kadar şükür ve minnetle dolmak, ancak iman ve İslâmiyet seviyelerinde zevk edilen mutluluklardır. “Bu mutluluklar da olmayıversin.” diyen insan, hiçbir hayat seviyesinde tutunamaz. Çünkü insan gibi yaşamaya kâfi gelmeyen yetenekleri, hayvan gibi bir ömür sürmek için de fazla gelir. Aklını başından çıkarıp atamaz ki birkaç yem kırıntısıyla mutlu olsun. Kâinatı yok edemez ki güzelliklere gözünü kapasın. Ama “Bütün bu güzellikler nereden çıktı?” diye soracak olsanız, onun bütün iddialarının temelinden berhava olduğunu görürsünüz. Kuşları, kelebekleri, çiçekleri, böcekleri, rızıkları, nimetleri kendi inandığı şeylerin hesabına konuşturamaz ki inkârına bir delil bulsun. Aksine, kendi vücudunun zerreleri de dahil olmak üzere, varlık âleminde gördüğü, göremediği ve görüp de görmek istemediği her şey, onun tanımadığı, tanıyamadığı ve tanımak istemediği Bir’i anlatır, durur.
Onun içindir ki, Allah’ın âyetlerine karşı inkâr ve inatla meydan okuyan kâfir, güzelliğin düşmanıdır. Onun içindir ki kâfir her şeyin düşmanıdır. Onun içindir ki kâfir Allah’ın düşmanıdır. Onun içindir ki bir kâfir için varlık âleminde düşünülebilecek yegâne müstehak yer Cehennemdir. Hattâ Allah’ın Cehenneminde bir yer işgal etmek bile onun için hak etmediği bir lütuf sayılmalıdır.
Yine onun içindir ki, en aşağı mertebedeki bir mü’minin hayat seviyesinde bir nefes almak, bir yudum su içmek, bir lokma ekmek yemek, bir kâfirin hayat seviyesinde şaşaalı bir ömür sürmekten hadsiz derecede daha lezzetlidir.
Ama bu farkı sakın onlara anlatmaya kalkmayın! Sadece bir tek basit sual sorun onlara: “Bu güzellikler nereden çıktı?” Sonra azaplarını yüzlerinde seyredin.
Sonra da, Âlemlerin Rabbinden gelen hidâyet gibi bir nimeti ve iman gibi bir hayat seviyesini kendi elleriyle tepenler arasında bulunmadığınız için Ona kâinatın zerreleri sayısınca şükürler edin!