TR EN

Dil Seçin

Ara

Yoktan Yaratılışta İki Safha: Bedî’ ve Fâtır / Esma-i Hüsna Yazıları

Kâinatın yoktan yaratılışı, insanoğlunun zihnini asırlardır birinci derecede meşgul eden konular arasında yer almıştır. Zamanımızda da aynı özelliğini korumaya devam etmektedir.

El-Bedî’, el-Fâtır ile el-Hâlik isimleri, yaratılış olayının bütün boyutlarını kuşatan ilâhî isimler olarak, insanın tecessüsüne istikamet vermekte, merakını tatmin imkânı sunmaktadır. 

Kur’an’da bu üç isim “Hâliku’s-semâvâti eve’l ard” (En’am 6/1), “Bedîu’s-semâvâti ve’l ard” (Fâtır 35/1) gibi terkiplerde görülmekte ve üçünde de hep “semâvât ve arzın yaratıcısı” olarak tercüme edilmektedir. Halbuki Hâlik, Bedî’ ve Fâtır isimleri farklı mânâlar taşımaktadır. Bu bakımdan, farklı mânâların tesbit edilmesi ve o çerçevede bu âyetlere mânâ verilmesi gerekir. Genel anlamıyla, sunulan tercüme doğrudur. Önemli olan husus, yaratılış olayının boyutlarının bilinmesi ve o boyutlar içinde bu üç ismin yerinin takip edilmesidir. Çünkü yaratılış, komplike olaylar dizisidir. Tek bir iş olmayıp, fevkalâde karmaşık prosesleri ihtiva etmektedir. Onun için, bahsi geçen üç isim yaratılışın farklı safhalarında tesirli olmaktadır.

Bu itibarla, kâinatın yaratılışında el-Hâlik ismi, Hamdi Yazır’ın ifade ettiği gibi, “Takdir edici, yani eşyanın bütün tafsilatıyla miktar ve meratibini tayin eylemiştir.” (Hak Dini Kur’an Dili, 4876.) Bu “tayin ve takdir” işinden sonra ‘el- Bedî’, ‘ibdâ’ anlamıyla, yani ‘yoktan yaratıcı olarak’ faaliyetini icra etmiştir. Böylece, kâinatın ‘ilk hammaddesi’ ortaya çıkmıştır. Bundan sonra el-Fâtır ismiyle Cenab-ı Hak, bu ilk hammaddeyi işleyerek yararak, açarak ve yayarak, adım adım, devre devre geliştirerek bugünkü görünümüyle kâinatı vücuda getirmiştir. El-Fâtır, “bir cirmden diğer bir cirmin kopması, bir tohumdan bir çemenin (sürgün) çıkması, bir hücreden (hücre) bir hücrenin doğması” olarak tarif edilmektedir. (Hak Dini Kur’an Dili, 1890). Bu açıklamaya göre, el-Fâtır kâinatın ilk hammaddesini, el-Hâlik isminin plân ve programı çerçevesinde işleyerek ondan güneşleri, dünyayı, gezegenleri ve galaksileri çıkarmış ve çıkarmaya da devam etmektedir.

El-Bedî’ ismi “yoktan yaratıcı” olarak, kâinatın yaratılışında birinci dereceden faaliyet icra etmiştir (primer fonksiyon). Bu itibarla, kâinatın yaratılışındaki ilk başlangıcı, ilim dünyasının tesbitleri çerçevesinde ele alalım:

Big Bang teorisine göre, kâinat bundan 20 milyar yıl önce bir patlama ile yokluktan varlık sahnesine çıkarılmıştır. Yoktan yaratan, yani el-Bedî olan Cenab-ı Hak, bir saniyenin 1043’te biri kadar küçük bir zamanda kâinatın ilk hammaddesini yaratmıştır. Zaman mefhumunun âdeta sıfır olduğu bu zaman kadar hızlı yaratıcılığına bir saniye devam etseydi, tam 1043 tane bu kâinat kadar kâinatlar yaratılmış olacaktı.

El-Bedî’ böyle bir kâinatı yoktan 1043 saniye gibi kısa bir zamanda vücut sahnesine çıkarmış, el-Fâtır ise, bu cehennemî enerji topunu açarak, yayarak ve işleyerek yaratılışın diğer safhalarını sürdürmüştür. Tabiî ki, bütün bu fiiller el-Hâlik isminin plân ve programları çerçevesinde yürütülmüştür.

Kâinatın yoktan yaratılışının “nasıl” olduğuna dair ilmî araştırmalar, bu esrarengiz ve muhteşem yaratılış sahnesinin gelişim safhalarına dair takdire değer bilgileri insanlığa sunmaktadırlar. Ancak kâinat yorumunda veya tabiî felsefede ortaya koydukları değerlendirmelerde ateist bir düşünce maalesef baskın görünmektedir. Bir saniyenin 1043’te biri gibi kısa bir zamanda bu muhteşem kâinatın ilk hammaddesinin yaratılışındaki hızı hayalin dahi takip edebilmesi mümkün değildir. Üstelik yokluktan cehennemî bir enerji kütlesinin kendiliğinden oluşması mümkün değilken, sadece “nasıl” olduğuna dair konularla ilgilenmek, ilmî sahanın büyük bir eksiğidir. Yaratıcısız yokluktan yaratılışı izah etmenin ne metodu, ne teorisi ve ne düşünce tarzı vardır. 

Bu muhteşem olaya Kur’an şöyle yaklaşmaktadır: “Dikkat ediniz ki, hem yaratmak, hem de emretmek Ona (Allah’a) mahsustur.” (A’raf 7/54). Bu âyet ile ‘yaratmak’ ve ‘emretmek’ arasındaki sıkı ilişki kurulmakta ve bu iki fiilin de Allah’a ait olduğu belirtilirken, bunun ancak ‘dikkat edenler’ tarafından kavranabileceği ifade edilmektedir. Ayrıca, yaratılışın sahipsiz bir olay olmadığı ve Allah’a ait bir faaliyet olduğu belirtilmektedir. Halbuki ilim dünyası kâinatı sahipsiz telakki etmekte, ilk patlama ile başlama yetiyormuş gibi oradan başlamakta ve “İlk patlamadan önce ne vardı?” sorusuna karşılık, “İşte o meçhul.” diyerek geçiştirmektedir. 

Şurası bir gerçektir ki, birşeyin vücut bulmasına her zaman yeterli cevabı “nasıl” sorusuyla vermek mümkün olamaz. Bilimsel düşüncenin bununla sınırlı tutulması doğru olamaz. Burada “Kim tarafından?”, “Neden, niçin?” ve “Nasıl?” sorularının müşterek mütalâa edilmesi ve birinde fânileşip diğerlerinin ihmal edilmemesi gerekir. Ancak bu şekilde bulunacak cevap, gerçekleri dört boyutuyla yansıtacaktır. O zaman ilim ile Kur’an gerçek anlamda barışacaktır. O zaman kâinat sahipsizlikten çıkacaktır. O zaman kâinat gayesizlikten kurtulacaktır. O zaman her şeyin hedeflenmiş bir sonucu aranacaktır. O zaman insan, yaratılışın esas gayelerine ilimleri vasıta ederek ulaşacak ve ilmin kendisini gaye olarak bilmenin hata olduğunu anlayacaktır. O zaman insanlar delalet ve tabiat bataklığından kurtulacak, yaratılanlardan yüce Yaratıcıya ulaşacak ve O’nu tanımanın, O’na inanmanın güven, huzur ve emniyetini bulacaklardır. 

Büyük müfessir Bediüzzaman Hazretleri birşeyin vücut bulması için nelerin gerektiğini, İslâm’ın tevhid anlayışının engin boyutlarını çizerek şöyle ifade eder: “Vücud, mümeyyize, muhassısa ve müreccihe olmak üzere ilim, irade ve kudret sıfatlarını istilzam eder.” (İşârâtü’l İ’caz, s. 15). Bu ölçü ile ortaya konan İslâmî tefekkürün güçlü dinamizminde akıl tatmin sınırına ulaşır. Çünkü ilim sıfatı, vücuda getirilecek kâinatın sonsuz ihtimallerini belirler (mümeyyize); irade sıfatı, o sonsuz ihtimallerden bir tanesine karar verir (muhassısa); ve nihayet onu kudret sıfatıyla vücuda getirir (müreccihe). Bu sıfatlar ayrıca hayat, gören, işiten ve konuşan gibi sıfatları da göstermektedir.

Diğer bütün sıfatları gibi, kudreti de nihayetsiz olan Cenab-ı Hak, kendi işi olarak ifade ettiği ve tamamen kendi tasarrufu altında tuttuğu yaratıcılığını, kudretiyle ilişkili olarak ortaya koymaktadır. Çünkü kudret, sonsuz ise yapılacak işin zorluğu ortadan kalkar. Bu aynı zamanda bir fizik kuralıdır.

 Yaratılışın nasıl olduğunu açıklayamasak da, son sözü Kur’an’dan dinleyelim:

“Allah’ın şânı, birşeyin olmasını dilediği zaman ona sadece ‘Ol!’ demektir; o, oluverir.” (Yasin 36/82).