TR EN

Dil Seçin

Ara

Kabulünü Dilerim

Kabulünü Dilerim

Sonsuz salât-u selam olsun. Dilimizden dökülen senin için bir kelam da bizden bu olsun, sana ulaşsın... Ulaşırsa, çöl benim olur,  dünyalar benim olur.

Sahabeler… 

Onlar yemekle değil, yememekle doyuyordu. Kafaların bu kadar maddeyle kuşatıldığı, her şeyi maddede arayan, gözlerin ve akılların dört bir yanımızı böyle kuşattığı bir asırda nasıl anlayacağız yememenin yemek olduğunu, orucun onların ruhlarını uçurduğunu, zekâtın ruhlarına kat kat kanatlar takıp kanatlandırdığını, haccın onlar için hacdan öte olduğunu? 

Kim söyleyecek bize? Abdestin bengisu, ölümsüzlüğün suyu olduğunu. Hz Peygamberin (asm) abdest suyunun damlalarını paylaşırlardı. Ellerine, yüzlerine değdirdikleri yerlerde pırıl pırıl bir güzellik meydana gelirdi. Hz. Zeynep’e atmıştı ya birkaç damla bedi’ül-cemâl olmuştu. Güzelliği dillere destan olmuştu. 

Şimdi Resulullah’ı (asm) görsek de, biz bu dünyevi gözümüzle, kalbimizin imanla tam münevver olamayan gözümüzle görsek, sırrına erebilir miyiz acaba!.. 

Gözün arkasındaki kalple, o kalbin imanıyla bakanlar görebiliyordu Onu… Selman gibi, “Bu simada yalan yok” diyordu. Halid bin Velid gibi, elini sıkı sıkı tutup bırakmıyordu. Söz istiyordu. Geçmiş yılların açık hesabını kapatmak istercesine bir müjde istiyordu. Dudaklarından dökülecek bir söz, bir berat bekliyordu. Ve dökülüyordu o inci taneleri.

“İslam geçmiş hayatınızın bütün günahlarını siler.” diyordu Hz. Peygamber (asm). İslam’la müşerref olunca sahabe oldu onlar…

Hz. Hatice, evinin önünde bir taşın üstünde bekliyordu güneşin altında. Birisi ona böyle durmamasını söylediğinde, biliyorsunuz ne demişti Hz Hatice: “Sevdiğim insan, şu an çölde güneşin altında. O gelsin, o zaman gölgeye birlikte geçeriz.”

Kelime-i şahadet, onların dilinde bir başka güzeldi. Söylediler mi, kâinatla beraber söylerdi onlar. Habbap, şehit edilmek üzereyken dünyanın en güzel sözünü söylüyordu. “Müslüman olduktan sonra ölümün şekli, ölümün renginin ne önemi var?” diyordu. “Habbaplar ölsün, O’nun ayağına bir diken batmasın.” diyordu. Bu sözü söylemek, tekrar etmek bile zor şimdi. Nasıl çıkmış ağızdan, nasıl yaşamışlar bunları dolu dolu? 

Şimdi konuşmak değil, düşünmek vakti. Aramızdaki mesafeleri ölçmek vakti. Biz neredeyiz, onlar neredeler? Hz. Peygamberin (asm) sohbetinde, O canlı güneşin sofrasında doyan insanlar bunlar. Öylesine doydular ki, dünyalara sığmadılar. Ellerindeki hurmaları fırlattılar da “Cennetin kokusunu alıyorum” dediler. Fırladılar er meydanına. Kimi elli, kimi yetmiş mızrak, ok yarası aldılar. Sarsılmadılar, düşmediler, yıkılmadılar. Hangi destan, hangi kahraman anlatabilir bu kahramanları?..

Sözümüz, insan güzeli, Rasulullah’ın (asm) sohbet arkadaşlarına, sahabelere, o ince insanlara, nurdan halkalara olsun. Rasulullah’ın (asm) peşinden koşarken taklidini yaptığı, sağa sola yalpalar vurup yürüdüğü Hasan, Hüseyinlere olsun… Cennet çocuklarına olsun, cennet gençlerine olsun. Yüreği pır pır Onun için atan Hz. Aişelere olsun. Vefat ettiği gün, dünyanın başına yıkıldığını, hiç kimsenin böyle bir derdi, böyle bir kalbi taşıyamayacağını o güzelim ifadeleriyle dile getiren Hz. Fatımalar üzerine olsun. Ebubekirlerin, Ömerlerin, Osmanların, Alilerin üzerine olsun.

Sonra sonra, her asrın, o yolun izini takip eden dertlilerinin, sevdalılarının, gözyaşı ummanında boğulanlarının, sadıklarının, sıddıklarının, yalan dünyanın gerçek kahramanlarının üstüne olsun. 

Salât-u selam olsun. Gökler dolusu, yerler dolusu… Gözünün bir bakışını, elini bir kaldırışını, aya doğru uzatışını bir hayal edebilsem gecenin bir vaktinde… Öyle kalabilsem… Hayalimde öyle bir resim oluşturabilsem ki, hiç silinmesin. Baştanbaşa hayalimi o resim süslesin.

Ey sevgili Rasul (asm)… Senden uzak, senden yoksun bir kâinat, bir dünya düşünmek, karartıyor, mahvediyor her şeyi.  

Çöllerde unutma bu kum tanesini… Unutmazsın ya sen hiç birisini… “Bu da bizim çölümüzdendir.” dese o mübarek dudakların, bizim için de söyleyebilse, dudaklarından dökülebilse o billur kelimelerin, yetecek bu hasret, ruhumuzun dinmeyen sızılarını dindirmeye. Bir damlanın göle, bir kumun çöle hasretini dindirmeye yetecek. Yeter… Göklerin mavi mavi baktığı, toprağa, göle, çöle, ağaçlara, insanlara…

Rahmet ol, düş başımızın üstüne. Gir kalbimize, yıka bizi. Ey rüzgâr, nereye götürürsen götür, o çölden ayrı düşürme bizi. Bir kum tanesinin dileği, çölden ayrı kalmamak, çölün kumlarından uzaklara düşmemek olabilir ancak. 

Çöl, kum taneleriyle çöldür. Göl, damlalarıyla göldür. Gül yapraklarıyla güldür. Gün, anlarıyla dündür. Bu ânı, yaşadığımız her bir ânın çölüne, gölüne alıver, katıver de gitsin… Bir an, ebedî bir an olsun. Bir kum, çöl olsun. Bir damla göl olsun. Gökler rahmet olsun.

Sahabelerin en gerisinin de en gerisinde de olsa yerimiz; bir yerimiz olsun. Vahada değil, çölde de olsa o yerimiz, razıyız. Bir damlanın, bir kum tanesinin, bir hava zerresinin dileği ne olabilir ki başka?

Bir yerde duamız kabul oluyorsa şayet, onların hürmetinedir, bileceğiz. Senin sonsuz şefkatinin ve rahmetinin Allah katındaki geri çevrilmeyen iltimasıdır bileceğiz.

Sevgilim!.. Efendim!.. Affedilmeyi, hatıralarına layık kalabilmeyi çok isterdim. Kusurlu bir kul olarak yine seni seven, yine seni sevmeye çalışan bir kalbin senin için attığını, seni andığını ifade etmek istedim. 

Sonsuz salât-u selam olsun. Dilimizden dökülen senin için bir kelam da bizden bu olsun, sana ulaşsın... Ulaşırsa, çöl benim olur,  dünyalar benim olur. 

Dünyamsın… Dünyamın temeli, direğisin Sen… Rahman’dan armağansın. Hatırana saygısızlık, kusur etmişsem affını dilerim. Kırık dökük kelimelerle ama diri bir kalple, sonsuz salât-u selamlar ederim. Kabulünü dilerim.