TR EN

Dil Seçin

Ara

Yetişemiyorum Yaşamaya

Yetişemiyorum Yaşamaya

Yetişmiyor ömrüm bunca ihtişamın hakkını vermeye.

Gölgelerin altında unutulmuşluğundan, ayakların ezip geçebileceği sıradanlıktaki sürgününden çıkarıp gözlerime nakşediyorum duru varlığını. Yolu sabitleştirmek için döşenmiş irili ufaklı taşların arasında, araba izleriyle kırışarak çamurlaşmış toprağın sarı kirli yüzünde gözyaşını saklayan utangaç bir tebessüm gibi duruyor. Çiğ damlamış yaprakçıklarına. Güneşin göz izi var yüzünde. Kimsenin yürümeye değer görmediği, terk edilmiş bir patikayı güneşe taşıyor.

Menekşe.

Delişmen rengiyle mahcup sanki. Aykırılıktan ibaret benim için artık o. Ruhumu ansızın sarıveren kokusu alıp çocukluğuma götürüyor beni. Temizliyor yetişkinliğin tortularından. Hüzünlerimin göz yaşını siliyor. Korkularımın telaşını yatıştırıyor.

Oysa ne kadar küçük! Oysa ne kadar önemsizdi. İşte insan dediğin bu kadar kırılgan. Duygularının yakasını kapmaya hazır her detay. Kolayca savruluyor.

Savruluyorum.

Toprağın sıcağını hissettiğim böylesi vakitlerde, altımda devinip duran, nefes alıp veren canlı bir gövde olarak hayal ediyorum yerküreyi. Üzerine basmaktan utanıyorum. Menekşe yaprağı tazeliğiyle selamlıyor beni an. Nedir bu tazelik? Niyedir bu inatçı dirilik?

Eğiliyorum. Koklamaya.

Unutulmayacak kadar keskin. Biriktirilemeyecek kadar uçarı. Bir kopuş anı. Hani hep olsun diye özlersin, her gün yolunu gözlersin, o anda orada olmaya özenirsin, “olsa daha ne isterim!” dersin. Ve olur. Birden bire oluverir. Bu an, o an işte! Olur ama hazırlıksız yakalanırsın. Yaklaşan trenler gibi. Bir an yan yana gelirsin. Yan yana geliş hızla uzaklaştırır trenleri. Ayrı raylarda yollarına devam ederler. Donduramazsın. Durduramazsın. Ne edeceğini ne yapacağını bilemezsin. Elin ayağın birbirine dolaşır. Durdursan, öyle güzel olmaz. Dondursan, böylesine özlenir olmaz. Elinde kalsa çürür belki. Yitirir büyüsünü. Kayıp gider an. Gözlerinin önünde erir varlık. Avuçlarından dökülüverir. Yitirmeme telaşı, tadını çıkarmaya fırsat vermez.

Bir daha nefesleniyorum o tazeliği. Güneşi gözünde ağırlayan menekşenin sapına dokunuyorum. İncecik. Savunmasız. Kopmaya hazır. Koparsam, güneşinden edeceğim onu. Alsam elime, tazeliğini yok edeceğim.

Bırakıyorum. Yürüyorum çaresiz. Birbiri ardı sıra dizilen dağ yamaçlarını seyrediyorum. Yeşil fındık yaprakları. Rüzgâr. Uğultu. Sessiz ve kendi halinden memnun yeryüzü. Çok ileride gök mavisi ile deniz mavisinin birleştiği sonsuz ufuk. Koşuşturan insanlar olmalı uzakta. Ne kadar önemliyse koşturmaları, benim için o kadar önemsiz şu anda. Yüzleri yere dönük. Gözleri ışıltılı tabelalarda. Ardı sıra koştukları, değersiz. Değmiyor üzerine düşmeye, önemsedikleri. Başka yerlerin önemlisi, önemsiz bana.

Kocaman ve görünmez metal bir fanusun içindeymiş gibi her şey; bir çan sesi duyuyorum uzaktan. Var olmaya da ölmeye de sessizce razı olmuş munis inek dokunabiliyor sanki metal fanusun yüzüne. “Çın…” Vakit geçiyor. Mekân tükeniyor.

Yağmur sonrası toprak kokusu. Ne kadar eskiyse bir o kadar yeni. Zaman denizi bir sel gibi üzerime yağıyor. Mavi olduğuna inandığım bir jel gibi sarıyor beni. Yumuşacık ve incitmesiz katıyor beni akışına. Kapıyor beni. Sokulgan ama ürpertili bir yalnızlığa çekiyor beni dünyadan.

Ayağıma sarılıyor çamurlar. Uzaklaşmakta zorlanıyorum topraktan.

Anladım. Yetmiyor aklım bu güzelliği takdir etmeye. Yetişmiyor ömrüm bunca ihtişamın hakkını vermeye. Hem sonra yetişebilsem yetebilsem bile benim o güzelliği takdir edişlerimin güzelliğini hangi dilimle takdir edeceğim? Çoğaldıkça fikrim, güzellik artıyor. Kristalleşmiş bir an’ın dizi dibinde çok kaba kalıyorum.

Ah ben! Ne kadar az şükrediyorum.