TR EN

Dil Seçin

Ara

Hesap Hatası

Hayatın İçinden

 

Ruhlar âleminde uçuşan bir ruh, sayısız ruh arasından bir tanesinde farklılık hissetmiş. Çünkü o ruh tıpkı kendisi gibi; aynı frekanslarla, aynı fasılalarla ışık saçıyormuş, diğer milyarlarca ruhtan farklı olarak…

“Ruh İkizi” deniyormuş böyle ruhlara, milyarda bir rastlanırmış sadece…

Diğer ruh da onu fark ettiğinde, bir anda kaynaşıp sohbete başlamışlar. Ve beraberliklerini ebediyen sürdürmekten bahsederlerken, dünyaya nasıl bir vücutla geleceklerini merak etmişler.

Güzel mi yoksa çirkin mi? Şişman mı yoksa zayıf mı? Kısa mı yoksa uzun mu?

Saçlarından göz renklerine kadar bin bir türlü merak konusu varmış. Bunları öğrenmek de zor değilmiş. O esrarengiz âlemde, esrarlı aynalar bulunuyormuş. “Geleceğin aynası” derlermiş onlara, yalan söylemezlermiş.

En yakın aynaya doğru ilerlemişler.

Aynanın başında uzun bir kuyruk varmış. Bazı ruhlar hiç ışık saçmasa da, nurlu ruhların verdikleri yetiyormuş. Bu yüzden de ışıl ışıl yanıyormuş orası, bayram yerleri gibi…

Nihayet onlara da sıra gelmiş. Geçmişler karşısına, heyecandan adeta titreyerek.

İki ruhtan birincisi erkekmiş. Yirmi-yirmi beş yaşlarındaki hâliyle çok hoş bir delikanlıymış doğrusu. Diğeri de hanımmış, güldüğünde yüzünde güller açan, asaleti her halinden kitap gibi okunan…

İkinci ruh birinciyi o anda büyülemiş, kendisi de nasıl büyülenmişse…

Ruhların ortak noktaları çokmuş. Ama aynı ülkede ve aynı şehirde dünyaya gelecek olmaları gerçekten harikaymış. Söz verip yemin etmişler, birbiriyle buluşarak yuva kurmaya ve asla ayrılmamaya…

Birinci ruh, eteğe kemiğe bürünüp dünyaya geldiğinde, ilk on yılda neredeyse her şeyden habersizmiş. Ruhlar âleminde yaşadığı olayı ancak yirmili yaşlarda, tüm detaylarıyla birlikte hatırlamış. Sevdiğinin yüzü ve tebessümü hayalinde her gün daha netleştiğinden, onları aktarmak istemiş tuvallere, bir daha unutmamak amacıyla. Bir düzine resim yapmış başucundan asla ayırmadığı. Daha sonra yaşadığı şehrin sokaklarını, dağ ve ovalarını, en derin vadilerini adım adım dolaşmış, ona rastlarım diye. En büyük gazetelere ilan vermiş, belki onu tanıyan çıkar ümidiyle. 

Delikanlı sevdiğini bulamayınca, evlenmekten vazgeçerek dünyaya küsmüş, sözünde durmayan sevdiğine de…

Sonraki yıllar, bir nehirden çok daha hızlı akmış.

Herkes gibi adam da yaşlanmış tabi.

Otuz, kırk, elli, altmış...

Günlerden bir gün, bir kalp krizi geçirip en yakın hastaneye kaldırılmış. “Acil durum”dan dolayı bir nöbetçi doktor koşmuş yanına. Ancak otuz yaşlarında güler yüzlü bir hanım. Adamın tuvallere aktardığı ve bütün kırgınlığına rağmen asla unutmadığı…

Onu görür görmez doğrulmuş yatağından. Kalbi de sökülmüş sanki yerinden, geçirdiği krizlerle alay edercesine.

Adam, ezbere bildiği yüze dönerek:

“Demek sizsiniz” demiş. “Sizi çok önceleri tanımıştım.”

“Aynı şehirdeyiz” demiş genç doktor. “Farkına varmasak da, defalarca karşılaşmış olabiliriz.”

Adam bu sözleri duymamış gibi:

“Bir hata yaptık” demiş gülümseyerek. “Dünyaya geliş tarihlerimizi hiç hesaba katmadık. Bu durumda sözümüzden döndük sayılmaz.”

Doktor, onun sözlerinden bir şey anlamasa da, sohbet niyeti ile:

“Söz mü dediniz?” demiş. “Keşke herkes sözlerinde durmuş olsaydı. Bir söz için ben de on yıldır bekliyorum.”

Adam o an gerçekleri haykırmayı düşünmüş: “Bendim size söz veren! Siz de bana söz verdiniz, unuttunuz mu?” diye. Ama yorgun gözleri, yanı başında duran aynaya takılmış. O ayna da yalan söylemeyen türdenmiş. Adamın yüzündeki hiçbir kırışıklığı gizlememiş, solmuş yaprakları andıran sapsarı rengini de…

Adam susmuş o anda, bir şey söyleyememiş. Kelimeler düğümlenip kalmış içinde, birer birer oturmuş yüreğine.

Doktor, odadan çıkarken:

“Bu gün şubatın son günü” demiş fısıldayarak. “Kışın bitip ilkbaharın başladığı gün... Size rastladığım günde baharım başlasa da, ne yazık ki bu benim sonbaharım.”