TR EN

Dil Seçin

Ara

Nurlar'da Yirmiye Seksen Kuralı


Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur Külliyatı'nın pek çok yerinde matematiği mânâ-yı harfî noktasından oldukça geniş bir biçimde kullanır.

 


Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur Külliyatı'nın pek çok yerinde matematiği mânâ-yı harfî noktasından oldukça geniş bir biçimde kullanır. Külliyatın değişik bölümlerinde herkesin anlayabileceği basit aritmetikten, cifir ve ebced hesaplarına, oradan da ihtimal hesaplarına kadar pek çok misâl, Kur'ânî hakikatleri açıklamada kullanılır. Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayat isimli eserinde O’nun Matematiğe olan ilgisiyle alakalı olarak şunlar anlatılır:

Bedîüzzaman, riyaziyede (matematikte) hârikulâde bir sür’at-i intikale mâlik idi. Herhangi bir müşkil meseleyi, zihnen hemen hallederdi. Hattâ Cebir Mukabele ilminde bir risale telif etmişti. Tahir Paşa nezdinde hesab meseleleri münakaşa mevzuu olduğunda hesaba dair hangi mesele bahsedilse, başkaları ve en mahir kâtibler neticeyi bulamadan, Molla Said zihnen çıkarıyordu. Çok defalar böyle yarışlara girişir ve umumunda daima birinci gelirdi. Bir defasında şöyle bir sual sordular: 
“Onbeş müslim, onbeş gayr-ı müslim farzedilerek, birbiri ardına dizilince bunlara yapılacak her kur’ada gayr-ı müslime isabet etmesi matlubdur (istenir). Nasıl taksim edilir?” 
Bu suale cevaben: 
“Bunların yüz yirmi dört vaziyet-i muhtemelesi (muhtemel vaziyeti) vardır, diyerek yapar.”
Hem de der: 
“Bundan daha müşkilini de kendim icad ederim. İki bin beşyüz vaziyet-i muhtemeleye göre yaparım.” 
İki saat zarfında yüz adamdan elli adet gayr-ı müslimi o vaziyette taksim eder ki, daima kur’ayı gayr-ı müslime düşürür. Ve hattâ beşyüz gayr-ı müslim olmakla ikiyüz ellibin muhtemel vaziyet üzerine bir mesele çıkarttı ve Tahir Paşa’ya göstererek bir risale şeklinde yazdı.

...

Bediüzzaman Hazretleri'nin eserlerini okurken O’nun literatürde Pareto Dağılımı, Pareto Kuralı diye bilinen prensipten haberdâr olduğunu, belki de bu prensibi keşfettiğini anlıyorsunuz. Bu prensibe ismini veren İtalyan ekonomist Vilfredo Pareto (1848-1923), bir ülke nüfusunun %20’sinin ülke zenginliğinin %80'ine sahip olduğunu tespit etmiş, daha sonraları bu kaideyi, “Neticelerin %80'inde genel sebeplerin sadece %20’si tesirlidir” şeklinde genelleştirmiştir. Bugün bu kaide “seksene yirmi kuralı” adıyla anılmaktadır.

Bu prensibi açarsak, yüzde yirmilik bir gayret ile neticenin yüzde sekseni gerçekleştirilebilir. Yüzde seksenlik gayret ise ancak geri kalan yüzde yirmiyi gerçekleştirmeye harcanır. Bu durumda yapılması gereken şey, netice üzerinde çok daha fazla tesirli olan az sayıdaki sebebi, çok sayıdaki daha az tesirli ve tâlî sebeplerden ayırarak, %20’lik himmet ile problemlerin % 80’ini çözmektir.

Bu prensibin günlük hayatta da geçerli olduğuna birkaç misâl verelim:

Müşteri şikâyetlerinin büyük bir çoğunluğu (%80), birkaç sebeptendir (%20).

Bir şirkette personelle alâkâlı problemlerin %80'i hep aynı birkaç çalışan (%20) iledir.

Kendimiz için yaptığımız harcamaların mühim bir kısmı (%80) birkaç kaleme aittir (%20). Bu pahalı ve ucuz kalemleri ayırt edebilirsek nelerden tasarruf edebileceğimiz ortaya çıkacaktır.

Telefon görüşmelerimizin büyük bir kısmını (%80) hep aynı birkaç kişi (%20) ile yapmış olduğumuza dikkat edelim.

Giydiğimiz elbiselere dikkat ettiğimizde büyük çoğunluğunun (%80) hep aynı elbiseler (%20'lik kısmı) olduğunu fark edebiliriz.

Bu prensibi, zamanımızı daha iyi kullanmada, önem sırasına göre yapacağımız işlerin önceliğine karar vermede kullanabiliriz. Meselâ bir işi yaparken harcadığımız süreyi ve o işin önemini tespit ederiz. Yapılacak bütün işlere göre, bunların yüzdesini hesaplarız. Daha sonra dikkatimizi ve enerjimizi, zamanımızın %20’sini harcayarak bitirebileceğimiz %80 öneme sahip işlere yoğunlaştırırız. Bununla birlikte vaktimizin %80'ini alıp götüren ama %20 öneme hâiz işleri yapmayı sona bırakırız. Burada dikkat edilmesi gereken husus, keyfiyetin (nitelik) kemmiyetten (nicelik) üstün tutulmasıdır. Kimileri az bir sürede yapabileceği işleri, nasıl olsa bir ara yaparım düşüncesiyle sona bırakır. Zamanımızın kemmiyetçe az bir kısmını alıp götürse de keyfiyeti çok olduğu için, Pareto Prensibi'ne göre bu gibi işleri ertelemek akıllıca olmayacaktır.

Bediüzzaman Hazretleri, bu keşfin yapıldığı tarihlere denk gelen yıllarda yazdığı eserlerde, bu prensibi, mânâ-yı harfî açısından çok iyi kullanmıştır. Meselâ, On İkinci Mektup’un “İkinci Sualiniz” bahsinde; “Peygamberlerin gönderilmesi ile beraber şeytanların vücudundan ekser insanların kâfir olduğu, küfre girdiği ve zarar gördüğü nazara verilerek, peygamberlerin gönderilmesi rahmet değildir denilebilir mi?” sorusuna verilen cevapta Pareto Kaidesi ikna edici delil olarak kullanılmıştır. Üstad, bu risalede keyfiyetin kemmiyetten (kalitenin çokluktan) önemli olduğunu vurgular ve insanlığın, peygamberlerin gönderilmesi neticesinde, sayıca azınlığı oluştursa da keyfiyeti itibariyle önemli olan peygamberler, evliyalar ve asfiyalar mukabilinde, keyfiyetçe ehemmiyetsiz bir çoğunluk olan kâfirleri ve münafıkları kaybetmesinin zarar olmadığını ifade eder. Bunu açıklarken verdiği iki örnekte, %20 ve %80 oranlarını kullanması enteresandır:



“Meselâ, yüz hurma çekirdeği bulunsa, toprak altına konup su verilmezse ve muamele-i kimyevîye görmezse ve bir mücahede-i hayatiyeye mazhar olmazsa, yüz para kıymetinde yüz çekirdek olur. Fakat su verildiği ve mücahede-i hayatiyeye maruz kaldığı vakit, sû-i mizacından sekseni bozulsa, yirmisi meyvedar yirmi hurma ağacı olsa, diyebilir misin ki, 'Suyu vermek şer oldu, ekserisini bozdu?' Elbette diyemezsin. Çünkü o yirmi, yirmi bin hükmüne geçti. Sekseni kaybeden, yirmi bini kazanan zarar etmez, şer olmaz. 



Hem meselâ, tavus kuşunun yüz yumurtası bulunsa, yumurta itibarıyla beş yüz kuruş eder. Fakat o yüz yumurta üstünde tavus oturtulsa, sekseni bozulsa, yirmisi yirmi tavus kuşu olsa, denilebilir mi ki, 'Çok zarar oldu, bu muamele şer oldu, bu kuluçkaya kapanmak çirkin oldu, şer oldu?' Hayır, öyle değil, belki hayırdır. Çünkü o tavus milleti ve o yumurta taifesi, dört yüz kuruş fiyatında bulunan seksen yumurtayı kaybedip, seksen lira kıymetinde yirmi tavus kuşu kazandı.” 



Bir başka örnekte ise, Bediüzzaman neden siyasetten uzak durduğunu açıklarken, On Üçüncü Mektup’taki Üçüncü Suale şu cevabı veriyor: 

“Hayat-ı beşeriye bir yolculuktur. Şu zamanda, Kur’ân’ın nuruyla gördüm ki, o yol bir bataklığa girdi. Mülevves ve ufûnetli bir çamur içinde, kafile-i beşer düşe kalka gidiyor. Bir kısmı selâmetli bir yolda gider. Bir kısmı mümkün olduğu kadar çamurdan, bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtaları bulmuş. Bir kısm-ı ekseri, o ufûnetli, pis, çamurlu bataklık içinde, karanlıkta gidiyor. Yüzde yirmisi, sarhoşluk sebebiyle, o pis çamuru misk ü amber zannederek yüzüne gözüne bulaştırıyor; düşerek, kalkarak gider, tâ boğulur. Yüzde sekseni ise, bataklığı anlar, ufûnetli, pis olduğunu hisseder; fakat mütehayyirdirler (şaşkındırlar), selâmetli yolu göremiyorlar. İşte bunlara karşı iki çare var: Birisi, topuzla o sarhoş yirmisini ayıltmaktır. İkincisi, bir nur göstermekle mütehayyirlere selâmet yolunu irâe etmektir.



Ben bakıyorum ki, yirmiye karşı seksen adam, elinde topuz tutuyor. Halbuki, o biçare ve mütehayyir olan seksene karşı hakkıyla nur gösterilmiyor. Gösterilse de, bir elinde hem sopa, hem nur olduğu için, emniyetsiz oluyor. Mütehayyir adam, 'Acaba nurla beni celb edip topuzla dövmek mi istiyor?' diye telâş eder. Hem de bazan arızalarla topuz kırıldığı vakit, nur dahi uçar veya söner.” 



Bu örnekte de Bediüzzaman, siyaset ile insanları aydınlatmayı, topuz ile sarhoşun başına vurmaya benzetip, asıl yapılması gerekenin; yolunu şaşıranlara Kur’ân-ı Kerîm’in hakikatlerini anlatmak olduğunu belirtiyor. Bunu açıklarken kullandığı oranların yine Pareto Prensibi’ne uygun olması enteresandır. Üstad burada problemi, insanların bataklık içinde karanlıkta yol alması olarak ele alır ve az (%20) bir gayret ile çoğunun (%80) yolunu aydınlatmanın, aşırı (%80) bir ‘siyasî’ gayret gösterip küçük bir zümrenin (%20) ayıltılmasından daha önemli ve öncelikli olduğunu vurgulamaktadır. 


 

...

Nurlarda ihtimal hesaplarıyla ikna metodu



Üstad Bediüzzaman Hazretleri, insanlığın imanını küfür ateşinden kurtarmak için telif ettiği eserlerinde, matematikî mantığı ve ihtimâl hesaplarını etkin şekilde kullanır. Meselâ, 29. Mektup’taki Şeytanın Desiseleri risalesinde korku hissinin yaratılış gâyesi dışında kullanılmasının insana vereceği zararları anlatırken, kayığa binmekten korkan arkadaşını harikulâde ikna edici bir ihtimal hesabıyla âdeta koşa koşa kayığa binmeye razı ettiği hâdiseyi, şu şekilde anlatır: “Bir zaman -Allah rahmet etsin- mühim bir zât kayığa binmekten korkuyordu. Onunla beraber bir akşam vakti İstanbul’dan Köprüye geldik. Kayığa binmek lâzım geldi. Araba yok. Sultan Eyüb’e gitmeye mecburuz. Israr ettim.



Dedi: “Korkuyorum; belki batacağız.”


Ona dedim: “Bu Haliç'te tahminen kaç kayık var?”


Dedi: “Belki bin var.”


Ona dedim: “Senede kaç kayık batar?”


Dedi: “Bir iki tane. Bazı sene de hiç batmaz.”


Dedim: “Sene kaç gündür?”


Dedi: “Üç yüz altmış gündür.”


Dedim: “Senin vehmine ilişen ve korkuna dokunan batmak ihtimali, üç yüz altmış bin ihtimalden bir tek ihtimaldir. Böyle bir ihtimalden korkan, insan değil, hayvan da olamaz.”


Hem ona dedim: “Acaba kaç sene yaşamayı tahmin ediyorsun?”


Dedi: “Ben ihtiyarım. Belki on sene daha yaşama ihtimalim vardır.”


Dedim: “Ecel gizli olduğundan, herbir günde ölmek ihtimali var. Öyleyse, üç bin altı yüz günde her gün vefatın muhtemel. İşte, kayık gibi üç yüz binden bir ihtimal değil, belki üç binden bir ihtimalle bugün ölümün muhtemeldir. Titre ve ağla, vasiyet et.” 


Aklı başına geldi, titreyerek kayığa bindirdim. Kayık içinde ona dedim:

“Cenâb-ı Hak, havf (korku) damarını hıfz-ı hayat için vermiş, hayatı tahrip için değil. Ve hayatı ağır ve müşkül ve elîm ve azap yapmak için vermemiştir. Havf iki, üç, dört ihtimalden bir olsa, hattâ beş altı ihtimalden bir olsa, ihtiyatkârâne bir havf meşru olabilir. Fakat yirmi, otuz, kırk ihtimalden bir ihtimalle havf etmek evhamdır, hayatı azâba çevirir.” 


Yukarıdaki örnekte Üstad Bediüzzaman’ın arkadaşını ikna ederken onunla sohbet edip cevapları ona buldurması, üzerinde düşünülmesi gereken bir metot olsa da biz dikkatlerimizi onun ikna ederken kullandığı ihtimal hesabına yoğunlaştıralım.

Bir yıl üç yüz altmış beş gündür, bunu Üstad da biliyordu şüphesiz, küsüratla uğraşmamak için, üç yüz altmış gün olduğunu kabul edelim. Haliç’te bulunan yaklaşık bin kayıktan senede ortalama bir tanesinin battığı gözönüne alınırsa, o gün kayığa binip ölme ihtimalleri üç yüz altmış binde birdir. Kayığa binmezse arkadaşının o gün ölme ihtimali on yılda bir gün; yani üç bin altıyüzde birdir. Bunları rakamlarla ifade etmek gerekirse, arkadaşının o gün vefat etme ihtimali; kayığa binerse 1/360.000, binmezse 1/3.600'dir. Görüldüğü gibi birazcık mantık sahibi olan herkes o gün ölme ihtimalinin, kayıkta ölme ihtimalinden yüz kat daha fazla olduğunu anlayacaktır.


Bediüzzaman Hazretleri Yirmi Sekizinci Mektup'un Yedinci Meselesi'nde, kuvvetli hakikatlerin zayıf şahsiyetlerin elinde zayıf görünmesini izah sadedinde; “Nev-i insanın yüzde sekseni ehl-i tahkik değildir ki hakikate nüfuz etsin ve hakikati hakikat tanıyıp kabul etsin. Belki; surete hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mutemet insanlardan işittikleri mesaili takliden kabul ederler…” derken yüzde yirmi ehl-i tahkikin kalite olarak yüzde seksene galip geleceğini ifade etmektedir.


Üstad Hazretleri'nin çok iyi bir gözlemci olduğunu, anket vs gibi günümüzde çok sık kullanılan araştırma metotlarını kullanmadan, bu prensibi aynı tarihlerde sezgi yoluyla keşfettiğini söylemek mümkündür. Bediüzzaman'ın büyük bir İslâm âlimi ve mütefekkiri, zamanı kendine hayran eden bir iman abidesi olmasının yanısıra, matematikten felsefeye, fizikten astronomiye, kimyadan sosyolojiye kadar birçok sahadaki bilgiyi, Kur'ân-ı Kerîm'deki hakikatleri açıklama sadedinde kullanması, aslında bizlere modern bilimleri kullanarak kâinat kitabını hikmet adesesiyle okuma vizyonu da kazandırmaktadır.