TR EN

Dil Seçin

Ara

“Karada ve denizde ne varsa O bilir. Onun bilgisi olmaksızın ne bir yaprak yere düşer, ne de bir dane yerin karanlıklarına girer. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitapta yazılmıştır.”

(En’âm Sûresi, 6:59)

 

Büyük bir deprem yaşadık. Sarsıldık. Dünyanın sınırlarını bir kez daha hatırlamış olduk. İşte bu kadar; bel bağlamaya, güvenmeye, kibirlenmeye değmeyen bir dünya… Gözümüzde büyüttüklerimizin küçülüp gittiği bir dünya… Hepimize geçmiş olsun. Vefat eden kardeşlerimize rahmet, geride kalanlara sabırlar diliyoruz.

Bu depremde geçmiş depremlere nazaran farklı bir ortam oldu. Belki de canlı yayın imkânlarının artması ile arama kurtarma görüntüleri ve deprem bölgesinden canlı yayınlar öne çıktı. Geçmiş depremlerde, ilahi bir tasarruf olmadığı, fay hatlarının hareketiyle tesadüfen olduğu.. şeklinde lafları bolca duyardık. Hatta 99 depreminde bu ilahi ikazdır diyenler göz altına alınmıştı…

Aslında depremin de herkes açısından farklı bir yönü ve anlamı var. Her konuda olduğu gibi deprem hakkında da ceza-mükâfat diye genelleme yapmak yanlış olur. Çünkü vefat eden iman ehli şehit olmuştur, mallarını kaybedenlerin malları sadaka sayılmıştır, depremde zarar görenler, gördüğü zararın karşılığını en güzel şekilde alacaktır. Müslümanlar olarak pek çok tesellimiz var; Rabbimiz dilerse şer gibi görünen hadiselerden hayırlar çıkarır. Fani hayatta, çok kısa bir bedel karşılığı ebedi mertebeler kazanmak, kayıp değil kazanmaktır. İnkâr ehli ise zaten hiçbir sıkıntı ve felaket yaşamasalar bile, inkârları gerçek bir felakettir; bu sebeple her gün belaya daha da gömülmekte, ebedi kayıpları katlanmaktadır. 

Dünya imtihan yeridir, burada hayır şer, musibet nimet karışıktır. Bizlere düşen musibetlere sabretmek ve nimetlere şükretmektir. Hesap günü her şeyin gerçek yüzü anlaşılacaktır.

 

ALLAH VE RESULÜ’NÜN MÜJDELERİ

Böyle musibetlerde günahsız olarak can verenlerin durumları hakkında, Allah ve Resûlünün verdiği müjdeler vardır. Tirmizî ve Muvatta’da nakledilen bir hadis-i şerifte, Peygamberimiz (asm), beş sınıf insanın şehid olarak can verdiğini söylemiş ve bunlar arasında “yıkıntı altında kalanları” da saymıştır.

Şehidler ise, Kur’ân’ın ifadesiyle, “Hayattadırlar ve Rablerinin katında rızıklanmaktadırlar. Onlar, Allah’ın lütfuyla bağışladığı nimetlerle sevinç içindedirler ve arkada kalıp da henüz kendilerine katılmamış olanlara, onlar için hiçbir korku olmadığını ve onların mahzun da olmayacaklarını müjdelemektedirler.” (Âli İmran Sûresi, 3:169-170)

Tirmizî’nin naklettiği bir başka hadis-i şerifte, belâ ehline kıyamet gününde karşılıkları verilirken, dünyada hiçbir sıkıntı görmeden yaşamış olanların “Keşke bizim de derilerimiz parça parça edilseydi de, böyle sevaplara erişseydik” diye musibet ehline imrenecekleri bildirilir.

Dünyaya ve olaylara iman nazarıyla bakanlar bilirler ki, masum ve mazlum olarak bu dünyadan ayrılanlar, acınacak, gam çekilecek bir yeri çoktan geride bırakmışlar, imrenilecek yerlere geçmişlerdir. Acınası olanlar, nimetin de belânın da nereden geldiğinden habersiz olanlardır ve öyle yaşayanlardır.

“And olsun ki, insana Biz nimetimizi tattırıp sonra geri alıversek, ümitsizliğe düşer ve nankörlük eder. And olsun ki, başına gelen bir sıkıntıdan sonra ona nimetimizi tattırsak, bu defa da ‘Benden bütün kötülükler gitti’ der, şımarıp böbürlenir. Ancak sabreden ve güzel işler yapanlar bundan müstesnadır. Onlar için ise bir bağışlanma ve pek büyük bir mükâfat vardır.” (Hûd Sûresi, 11:9-11)

Evet felâketler gelir ve geçer. Mümin, ders alır, halini ıslah eder, sabreder, şükreder ve onu kendi lehine çevirmesini bilir. Canını veya malını verse, karşılığında çok büyük bir ücret alır. Sonunda acılar unutulur, sevinçler kalır.

 

GİDENLER GELMEK İSTER Mİ?

Elbette ayrılık acı. Biz, burada kalanlar, bizi bırakıp gidenlerin arkasından, onlar için üzülüyoruz. Durumlarını bilmediğimiz için acılar çekiyoruz. Peki, imkânımız olsa da sorsak, bu konuda gidenlerin fikri nedir, halleri nasıldır acaba?..

Biz onlardan herhangi biriyle konuşup, başına gelenler hakkında soramayız ama Asr-ı Saadette yaşanmış bir örnek bu konuda bizlere teselli verir:

“Bir hanım, kızının ölümünden dolayı çok üzüntü duyar, ve “Ah bir dirilse” şeklinde aşırı bir arzu ile Peygamberimize gelir. Efendimiz Hazretleri (asm), o kadına acır ve, “Gel,” der, “Kızına soralım, buraya tekrar dönmek ister mi?”

Mezarın başına giderler. Efendimiz (sav) kabirdeki kızcağıza seslenir:

“Annen, senin dirilip tekrar bu dünyaya dönmeni istiyor. Gelmek ister misin?”

Mezardan gelen ses anneyi şaşırtır:

“Yâ Resulallah, benim buradaki durumum, şimdiye kadar hiçbir yerde görmediğim kadar güzeldir. Ne olur. Burada kalayım!..” 

Yaşanmış olan bu örnek olay bizlere, berzah âlemine giden müminlerin halleri hakkında önemli bir teselli vermektedir. 

 

DÜNYA HAYATI SİZİ ALDATMASIN

Günlerimizin aynı minval üzere devam edeceğini umduğumuz bir dünyada, bir sarsılmayla uyanıyoruz. O anda dünya hayatının ne kadar fani, güvendiğimiz sebeplerin ne derece âciz, edindiğimiz dünyalıkların ne kadar da faydasız olduğunu görüyoruz. Depremde, yüzbinlerin evi yıkılırken, milyonların ‘sanal dünya’sı da yıkıyor.

Aslında gerçek yerini bulmuş bir dünya bu… Kimileri istediği kadar ‘ebedi’ zannetse de, zihninde yıkılmaz, sapasağlam bir dünya kurgulasa da, bu arzunun dünyada bir karşılığı yok.

Her iki hayatın rehberi olan Kitabımızda, “Dünya hayatı bir oyun ve oyalanmadan ibarettir. Asıl olan ahiret yurdudur” buyuruluyor; yatırımını yalnızca dünya hayatına yapanlar, evini “kenarı kaymak üzere olan bir vadinin üzerine kuran” bir insana benzetiliyor; insana dünya hayatını ‘takva ve rıza-yı İlâhî’ üzere temellendirme davetinde bulunuluyor. (Tevbe, 9:109)

Her gün 300 binden fazla insanın bırakıp gittiği bir dünya bu… Ve bir gün kendisi de göçüp gidecek… İşte Rabb-ı Rahîmimiz, gönüllere şifa, akıllara rehber olan Kur’ân-ı Kerîm’inde, “Dünya hayatı sizi aldatmasın” diye bu sebeple bize tekrar tekrar hatırlatıyor.

 

PEKİ DEPREMİ ÖNLEMENİN ÇARESİ VAR MI?

Evet, deprem kuşağı üzerinde yaşamak kaderimiz. Lâkin bu, ‘tesadüfi’ bir depreme uğrayacağımız anlamına gelmiyor. Çünkü, deprem ‘kaçınılmaz’ bir şey de değil. Dünya da deprem de ‘Hâkimiyeti Semavat ve Arzı Kuşatan’ın emri altında. Bundan dolayı da deprem önlenebilir, önlem alınabilir bir vâkıa hükmündedir. Ama kastettiğimiz bu ‘önlem’ paketinde hep ‘manevî’ unsurlar bulunuyor. Çünkü biz kulların bir elmanın incecik kabuğu hükmündeki yer yüzeyinden içerilere, ne magma tabakasına, ne dünyanın çekirdeğine yapabileceğimiz hiçbir şey, hiçbir müdahale, alabileceğimiz hiçbir önlem yok. Öyleyse bütün bunların sahibine iltica ile, Onun mülkünde Onun Rahmetini celbedecek güzelliklerle yaşayalım. 

Deprem önlenebilir demiştik. Bunu şöyle anlatabiliriz: 

Allah’ın bir şeyi takdir etmesi (kader), bu takdirin fiilen gerçekleşmesi (kaza), kulların rahmet-i ilahiyeyi celbedecek fiillerine binaen Allah’ın bu takdiri kaza etmemesi (atâ) şeklindeki üç kaderî kanun vardır.

- Türkiye’nin deprem kuşağında oluşu, bir takdir-i İlâhîdir. Türkiye’nin %96’sı büyük bir fay çizgisi üzerindedir; kaderimiz budur.

- Bu kader, Allah’ın dilediği bir zamanda kaza olunabilir. Lâkin, O’nun yarattığı dünya da rastgele bir yerde ve rastgele bir zamanda titreyip sarsılacak değildir. Bilakis, deprem olarak gerçekleşecek bir kaza-yı İlâhînin sünnetullah denilen maddî-manevî hazırlık şartları vardır. Tıpkı, kendilerine azap gelecek olan kavimlere azabın birdenbire gelmemesi, belli aşamaların gerçekleşmesi gibi. Mesela, Yunus kavmi örneğinde, onlara kırk günlük bir mühlet verilmiş; 39. güne gelindiği halde kavminin yola gelmediğini gören Yunus aleyhisselamın yaşadığı beldeyi terketmesine mukabil, kavminin 40. günde tam bir yönelişle tövbe edip Rabbine rücû etmesiyle azaptan masun kılınmışlardır.

- İşte, şartlar bir belde hakkındaki İlahî hükmün kaza olunması yönünde gelişirken, atâ bu kazayı deler. Meselâ, İstanbul fay hattı üzerinde, depreme her an mâruz bir vaziyette takdir olunmuş bir bölgedir. Fakat o bölgedeki kulların ciddi bir kısmı Cenab-ı Hakk’ın rahmetini celbedecek şekilde yaşar ise, Rabb-ı Rahîm ‘atâ’da bulunur ve o beldeyi yahut o insanları ‘musibetin kaza edilmesi kanununun şümulünden hariç’ tutar.

Bu noktada bize düşen, acaba yeni bir deprem ne zaman gelecek diye, hiçbir ubudiyet gayreti içermeyen vehim ve endişeler içinde bekleşip durmak değildir. Bilakis, nazarımızı yoğunlaştıracağımız nokta, depremin gerçekleşmesinin manevî sebepleri olan taşkınlık, nankörlük, inat, isyan ve ihmalkârlıklarımızdan sıyrılıp, ‘kaza’ya bedel ‘atâ’yı mümkün kılacak manevî sebepleri çoğaltmaya çalışmaktır.

İşte bu açıdan Yunus kavmi, bu atâ sırrının nasıl tahakkuk ettiğinin; bir topluluğun üzerine gelmek üzere olan azabın Rabb-ı Rahîm’e ciddi ve samimi bir yöneliş ile nasıl geri çevrildiğinin Kur’ânî bir örneğidir. 

Aynı şekilde, Resûl-i Ekrem, “Sadaka vermede acele edin. Çünkü belâ sadakanın önüne geçemez” (Feyzu’l-Kadîr, c. 3, 195) buyurarak, Rabbimizin takdirinin ‘kaza’ya bedel ‘atâ’ olarak gerçekleşmesi için yapılabileceklerden birine dikkat çekmektedir.

Sadaka, doğru anlamına da gelir; bu açıdan doğru olmak, doğru davranmak, doğru yaşamak da sadakadır. Ayrıca sadaka; ihtiyaç sahibini görüp gözetmekten, müminlerin yolu üzerindeki bir taşı kaldırmaya, bir hak söz söylemeye, hatta mümin kardeşine tebessümle selam vermeye, yaptığı işi (mesela binayı) tam, eksiksiz ve düzgün yapmaya.. kadar çok şubeler içeriyor.

Evet deprem, pekâlâ önlenebilir. Rahmet-i ilahîyi celbedip ‘atâ’yı mümkün kılacak haller üzere olunduğu sürece deprem yaşanmıyor. İnsanlar, onları yaratıp nimetleriyle yaşatan Rablerine yöneldiğinde, bazen bir musibet bile yaşansa bu, daha da büyük musibetlerin, belki de ebedî helâket gibi en büyük musibetin engeli oluyor.

Deprem yaşamak istemiyorsak, iç dünyamızı sağlamlaştıralım; bizi de, ayak basıp bina diktiğimiz zemini de yaratan Rabbin rahmetini celbedecek bir hayatı kuşanalım.

Ve unutmayalım ki, Hayr-ı Mutlak’tan hayır gelir, Cemil-i Mutlak’tan güzellik gelir, Hakîm-i Mutlak’tan abes bir şey gelmez.

Hiçbirimiz Allah’tan (cc) daha fazla merhametli değiliz. Mutlak merhametli, rahmeti her şeyi kuşatan Rabbimizin bir hikmeti var ki bunları yaşıyoruz. Nazarlarımızı haberlerden, bu yaşadıklarımızın dünya cihetindeki zahiri şerlerinden çok, hakikat cihetindeki, kader ve ahiret cihetindeki hikmetlere, merhametlere, güzelliklere çevirelim. Vefat eden kardeşlerimiz şehitlik mertebesine ulaştılar, zahmet çekenler sevabını aldılar, malları zayi olanlar sadaka sevabı kazandılar; bizler de ibret alarak, dua ederek bu acı hadiseyi lehimize çevirelim. 

Birlik ve beraberliğimiz güçlendi, kardeşliğimiz pekişti, Rabbimizin rahmeti, inayeti bizimledir; bunları nice güzelliklere vesile yapacağını da göreceğiz. İnsanımızın gönlü geniştir; bu büyük musibeti de Allah’ın inayetiyle atlatacağız…