TR EN

Dil Seçin

Ara

Alaaddin Başar Hocamızın Ardından

Prof. Dr. Alaaddin Başar'ı 7 Şubat 2023'te rahmet-i Rahman'a tevdi ettik. Bizim için bir yazar, bir gönül dostu, bir rehber oldu. İmana ve Kur'an'a hizmette önemli bir fonksiyonu olduğu için, Zafer Dergisi'ne yayın hayatı boyunca en çok o destek verdi. Allah kendisinden razı olsun, kabrini nurlandırsın, mekanını cennet yapsın...

Böyle önemli, örnek ve rehber şahsiyetlerin daha yakından tanınması ve unutulmaması gerektiğini düşünerek, Alaaddin abimiz hakkında bazı yakınlarının kendisiyle ilgili kaleme aldıkları yazılarını sizlerle paylaşmak istedik.

 

ÖMRÜNÜ İMAN VE KUR’AN YOLUNA FEDA ETMIŞ BIR İNSAN - Vehbi Vakkasoğlu

Dostlar, çok acı, çok hüznü derin günler yaşıyoruz. Ülkemiz misli görülmemiş bir zelzele felaketiyle karşı karşıya kaldı. Rabbimiz, ölenlere rahmet, kalanlara sağlık, saadet, ülkemize huzur, dirlik, düzenlik nasip etsin. 

Bu büyük acılı felaketin içinde fark edemediğimiz ya da fark ettiğimiz, bildiğimiz halde gerekenini yapamadığımız önemli hadiseler de cereyan etti. Ben bu önemli hadiselerden birini sevgili dostumuz, ağabeyimiz, ömrünü iman ve Kur’an hakikatleri uğruna harcamış, hatta feda etmiş diyebileceğimiz bir manevi mücahidin vefatını da sayıyorum. Çok önemli bir hadise. Hatta “âlimin ölümü âlemin ölümüdür.” buyuran Güzeller Güzelinin (sav) tarifine uygun düşecek, o hadisin masadakı olacak bir hakikattir bu vefat olayı. 

Bir bakıma ülkemizi saran ve sarsan, manevi etkilerini gösteren bu zelzele felaketinin kurbanı gibi gördüm Alaaddin Başar hocamızın, ağabeyimizin vefatını. Aklıma Hz. Mevlana’na geldi. Öldüğüm gün kimse üzülmesin, kabrimizi de yeryüzünde aramasın hiç kimse. Ariflerin gönlündedir yerimiz ve öldüğüm gün düğün gecesidir. Sevinin Rabbime kavuştuğum vuslat gecesi, düğün gecesi için neşelenin, asla kederlenmeyin, manasında tavsiyeleri vardır. 

Acaba Alaaddin Başar hocamız da manevi anlamda diyorum galiba bu olayların kurbanı gibi oldu, hepimiz adına sanki din-i İslam adına verilmiş bir kurban. Allah rahmet eylesin makamı cennet olsun. 

Tanımayanlar için arz edeyim ki, yazar idi, güzel konuşur, nur risalelerini hakikatine uygun olarak bağlamından koparmadan açıklayan ve gönülleri Kur’an’ın manevi tefsirine çeviren bir ilim adamıydı; naifti, zarifti, sevgi üslubuyla anlatırdı, asla haşlayıcı, dışlayıcı, taşlayıcı olmazdı, tam tersine, sayıcı bir üslupla üstadını gerçekten temsil ederdi. Bu çok önemli bir özelliktir günümüzde, malumunuz. 

Sözü ile özü bir olan, hali, tavrı ile tarzıyla, yazısıyla hayatı, ahlakı kaynaşan maalesef çok az insan var. Ortalık yazdığı gibi olmayan, konuştuğu gibi düşünmeyen, düşündüğü gibi yaşamayan ve temsil makamında olduğu, güya temsil makamında olduğu dini, imanı, İslam’ı zor durumlara sokan muhaliflerine söz söyleme cesareti cüreti sunan zayıf halkalarla dolu. 

Onun için Alaaddin Başar ağabeyimiz güzel bir örnekti, naifti, zarifti ama o yumuşacık, mütevazı görünümüne rağmen engin ve zengin bir gönlün sahibiydi. Nereden çıkarıyoruz bunu? Efendim toplumunda kendi çevresindeki yılların birikimiyle kazandığı itibarını hiçbir zaman şahsileştirmemesinden çıkarıyoruz. Hiçbir önderlik iddiasında bulunmamasından hiçbir sıfata, hiçbir itibar makamının getirisine talip olmamasından çıkarıyoruz bunu. Kendisi şahsiyetini hep geriye çeken kendi şahsiyeti altında birlikte çalıştığı kardeşlerini ezmek şöyle kalsın hep onları öne çıkaran, kolektif bir şuurun, İslam kardeşliğinin önemli bir temsilcisi olmuştu. Kaynak yapmıştı. Kucağını çok çok geniş açıp arz etmeye çalıştığım gibi toplayıcı olmuştu. 

Ve bu hale gelmek önemlidir ama bu halden daha önemlisi de bir ömür istikametini bozmamasıydı. Ne ticareti karıştırdı iman hizmetine ne de siyaseti karıştırdı. İki konuda da hiçbir meyli olmadığının şahidiyiz. İstikamet, kıble istikametli yürüyüş idi, iman hizmeti idi, Kur’an hizmeti idi, bir kişinin daha La İlahe İllallah Muhammedu’r-Resulullah hakikatine yanaşıp yaklaşması davasıydı. Dolayısıyla yatırımını hep geleceğe yaptı. Çünkü işi gençlerle idi. Gençlerle düşüp kalktı, onlara bulunduğu her yeri bir iman mektebi, iman şuuru mektebi haline getirdi. 

Ben onu ilk defa Erzurum’da duydum. Duydum diyorum çünkü genç bir öğretmen olarak Erzurum İslami İlimler adı yanlış aklımda kalmadıysa fakültesine asistan olmak için ortalığın bembeyaz olduğu bir kış gününde gitmiştim. Kümbet denilen yerde. Kırkıncı Hocam’la karşılaşmıştım. Kırkıncı Hocamın sohbetine şöyle kulak kabartırken diğer bazı dostlarla gençlerle birlikte onun ağzından duydum. O çok güzel ve şeker gibi olan Erzurum diliyle, Erzurum Üniversitesi’ne asistan olarak girdiğini öğrenmiştim. “Bizim Alaaddin” dediği Alaaddin Başar’ı şahsen görmemiş ve tanımamıştım. 

Ne güzel. Demek ki biz de doğru bir yerdeyiz. Erzurum’da Kırkıncı Hocamın rahleyi tedrisinde bulunmuş bazı ağabeylerimiz, kardeşlerimiz üniversiteye girebiliyorlar. Bu haber bende de güzel bir ümit doğurmuştu. Bunu bütün kardeşlerimle paylaştım. Çünkü herkes hocamızın görüşünde değildi. “Ne yapacaksınız üniversiteyi?” diyenler daha çoğunluktaydı. Evet, Kırkıncı Hocamızın ‘bizim Alaaddin’ sözü benim de içimde, görmediğim, adını daha önce hiç duymadığım halde ona karşı bir muhabbet uyandırmıştı. 

Alaaddin Başar ağabeyi ikinci görüşüm çok hazindir. Efendim hangi yıldır hatırlayamıyorum ama Kırkıncı Hocam, Alaaddin Başar Ağabey ve kalabalık bir grup o zaman yürürlükte olan 163. Madde dolayısıyla ayin yapıyorlar, nurcular kaçtılar, kovaladılar böyle hikayeler olurdu. Kitap okumak, iman hakikatlerini bahseden Risale-i Nurları okumak büyük bir suçtu. Ve suçüstü yakalanan bu güzel insanları hapse tıkılmışlardı. Bendeniz Erzurum’da o hapishaneyi ziyaret etmek ve demir parmaklıklar arkasındaki hocamızı ve yanında bulunan diğer kardeşlerimizi, ağabeylerimizi ve özellikle adını daha önce duyduğum Alaaddin Başar merhumu görerek doğrusu çok heyecanlanmıştım. Güya biz onları teselliye gitmiştik ama şahsen ben teselliye muhtaç hale gelivermiştim. Yoğun ve derin duygusallığıma engel olamadım. Birden hıçkırarak ağlamaya başladım. Hocamız, “Ağlanacak bir şey mi var?” edası ve havasıyla “Fesubhanallah” dedi. Yanındaki dostlar da Alaaddin abi dahil hayret içinde bunu olmaması gereken bir zaaf olarak değerlendirdiklerini hissettim. Ben bütün frenlerime asılıp kendimi engellemeye çalıştım. Çünkü bunun bir mümine, şuur sahibi bir Müslümana yakışmadığını hissettirmişlerdi. Diklenmeden dik durmak, omurgalı olmak, yapılan işin bir suç olmadığını, asil ve klas duruşuyla göstermek ve bu tavırla da ağlanacak bir durum olmadığını, asıl bu hale sebebiyet verenlerin kendi perişanlıklarına ağlamaları gerektiğini sanki bize göstermişlerdi.

O zaman bir daha anladım ki; İman hem nurdur hem kuvvettir. Hakiki imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir. Demir parmaklıkların arkasında da, Allah demenin (celle celalühü) yasak olduğu ortamda da, sonuna kadar serbest olduğu çevrelerde de bu tavır hiç değişmemeli. 

Müslümanı yeryüzü bomba olup patlasa korkutmamalı; dünya onun olsa yine bütün varlığı ve değeriyle sevindirmemeli dengesini, ilk defa müşahhas olarak onlarda, Kırkıncı Hocamda ve yanında yine mahcup mütevazi yüzü yerde duran Alaaddin Başar’da gördüm. Keşke bir fotoğrafını bulsak da o demir parmaklıklar arkasında duran insanların yüz ifadelerini, şimdi beden dili diyorlar ya, hallerini, tavırlarını, yüzlerine yansıyan tevazu mahfiyet içindeki vakarlarını, şahsiyet dersi olarak gösterebilsek günün Müslümanlarına.

Efendim, uhuvvet ve ihlası şahsında tecessüm ettirirdi Alaaddin Başar ağabey. Uhuvvet, dostluk, kardeşlik; bütün Müslümanların kardeş olduğu bilinciyle hareket eden, ayrım yapmadan kucağını herkese açan bir güzellik idi ondaki tecelli. Ve ihlas ve samimiyet, Üstadın da önde tuttuğu bu iki hakikati yaşanılır bir örnek olarak Alaaddin Başar abinin her halinde görmek mümkündü. Sessizdi, sakindi, itidalliydi ama bir hizmet gücü olarak yaşadığı tek başına bir kurum ve kuruluş bir müessese gibi çevresindekilere örnek oldu ama önderlik iddiasında bulunmadı. Öne çıkma çabasında bulunmadı.Ve aynı şekilde o güzellikleri yaşayarak asla terk etmeyerek sonuna kadar varlığında temsil ederek Rahmet-i Rahman’a vasıl oldu. 

Ülkenin allak bullak olduğu herkesi etkileyen bir zelzele ortamında onu kaybettik. Vefatı da genel gürültünün arasında sessiz oldu ve arz etmeye çalıştığım şahsiyetine de çok uygun ve uyumlu bir veda oldu. Sessizce geldi, sessizce hizmetlerini yaptı, konuştu ama gürültü yapmadı, kavga yapmadı ve yine sessizce yaşadığı gibi vefat etti. İnşaallah aynı şekilde sessizce yine o hafif tebessümüyle dilindeki zikri, başındaki fikriyle, çizgisini bozmayan şahsiyetiyle, belki bizlere de dönüp şöyle hadi gelin bakalım diye, diliyle bilmem ama eliyle hafif bir işarette bulunacakmış hissi içimde söylemekten kendimi alamadığım bir duygudur, bir hissiyatımdır. 

Evet içinde bulunduğumuz acı olaylar galiba bir kurban istedi ve o gitti kurban olarak Rabbine. İşletmeciydi. Yani sayısalcıydı. Ama o iman hizmetinin mutevazi bir neferi olmayı tercih etti. Üniversite hocasıydı, profesördü. Ama bu unvanıyla burnunu kaldırdığını, yere göğe sığmaz bir hal ve tavır takındığını tahmin ediyorum ki hiç kimse görmedi. Engin bir tevazu içinde öne çıkmadı, görünmeyi sevmedi ve asla bulunduğu hiçbir konumda reislik iddiasında bulunmadı. İçinde bulunduğu durumlarda daima işi ehline vermeyi tercih etti. Çünkü hayatı dünyevileşmiş değil, ahiret boyutlu yaşanmış bir hayat idi. 

Kendini değil, üstadını ve eserlerini önceledi, anlattı, açıkladı. Sözü de bu amaçlaydı yazısı da eserlerini de bu maksatla kaleme aldı. İman davası içinde şahsiyetini eritip, hakiki bir talebe olmayı ve sonuna kadar da bu halini devam ettirmeyi hayatının gayesi bilmişti. 

Alaaddin Başar ağabeye bendeniz bazen biraz iltifat edince, hemen tatlı sert bir üslupla müdahale eder övülmekten, nefsine pay çıkarmaktan hoşlanmadığını gösterirdi. Buluşacaktık. Özledim ağabey diye son telefon görüşmemizde biraz içli ve duygusal konuştuğumda “İstanbul’a yakında değil ama geleceğim inşallah, geldiğimde mutlaka ararım inşallah buluşur sohbet eder özlem gideririz demişti.” Ama vuslat ahirete kaldı… Onunla ve bir kere üstad deyip çizgisini hiç bozmamış haliyle gerçekten liyakatli bir talebe olarak buluşacağı üstadıyla, bizleri de muhabbetimizden dolayı, hiçbir şeyimiz yoksa muhabbetimizden dolayı Rabbimiz cennetinde cem eder umuduyla rahmetler diliyorum. Kendisine üç ihlas bir fatiha okumanızı diliyorum efendim.

 

*****

Bir Yıldız Daha Kaydı - Prof. Dr. Âdem Tatlı

Semavatı aydınlatan maddî yıldızlar olduğu gibi, zemini de nurlandıran manevî yıldızlar vardır. Onlar kutup yıldızı gibidir; karanlığın sıkıcı ve boğuculuğuna karşı Kur’an’ın güneşini ve sünnetin ışığını tutarak etrafındakilere yol gösterir. İfrat ve tefritten kurtarmak için onların fikirlerine ve akıllarına istikamet ve nur, kalplerine kuvvet ve gıda, ruhlarına inkişaf ve terakki reçetesini sunar. Peygamber Efendimiz (sav) onlar için; “Âlimler yeryüzünün kandilleridir. Âlimin ölümü âlemin ölümü gibidir” buyurmuştur. 

Prof. Dr. Alaaddin Başar hocamız işte böyle âlimlerdendi. O bir umman gibiydi. Onda âdeta bir okyanus enginliği ve anlayış zenginliği vardı. Günlük hadisatın dağlarvari ezici ve boğucu dalgaları onun âleminde sükûna erer, sessizliğe ve sakinliğe bürünürdü. Her hadiseyi muhakeme süzgecinden geçirir, Kur’an ve sünnet terazisinde tartar, tehüvvere kapılmazdı. Farklı kanaat ve düşüncedeki şahısları değil, fikir ve düşüncelerini nazara alır, ona göre cevap verirdi. İnsanlara değil, onların İslâm’a mugayir düşüncelerine karşı idi. Menfi fikirlere cevap verir, fakat şahısları nazara vermezdi. Bu bakımdan basın yayın âleminde hiç kimse ile söz dalaşına ve tartışmaya girmemiştir.

Alaaddin kardeşimle 1971 yılında Atatürk Üniversitesi Temel Bilimler Yüksekokulu’na Botanik okutmanı olarak göreve başlayınca tanıştım. O İşletme Fakültesi’nde bir yıllık asistandı.

1988 yılında Erzurum’dan görev değişikliği sebebi ile ayrılıncaya kadar Risale-i Nur hizmetinde ailece beraberliğimiz oldu. O Nur hizmetinde fani olmuştu. Biz günlük veya haftalık işlerden zamanımız kalırsa Risale-i Nur’la meşgul oluyorduk. O, Risale-i Nur hizmetinden vakit kalırsa dünyevi işlere göz ucuyla nazar ederdi. 

Sabah Üniversite lojmanlarından mesaiye gider, mesaiden sonra şehre inip Kırkıncı Hocamla Kümbet medresesinde buluşurdu. Hizmetin günlük değerlendirmesi yapılır, kahvaltı tarzındaki akşam yemeği medresedekilerle beraber yenirdi. Yatsı namazından sonra herkes farklı bir yere derse gider. Dersten sonra bu sefer Süleymaniye medresesinde Kırkıncı Hocamla çay sohbeti olurdu. Oradan geç vakit eve gelirdi. Hane halkı, “Alaaddin beye evi bir otel gibi” derdi.

Alaaddin kardeşim Kırkıncı Hocamın gönüldaşı, sırdaşı, iman ve Kur’an hizmetinde en samimi yoldaşıydı. Kırkıncı Hocamın çocuğu olmadığı için bir cihette o, manevi evladı gibiydi. Ona her türlü sırlarını açar, “Alaaddin Bey” diye hitap ederdi. Gerçi Kırkıncı Hocamın herkese hitabı ismiyle ve bey ifadesiyleydi. Sadece bizim için “Âdem Baba” ifadesini kullanır ve devamla; “Allah ahiret kardeşlerinizi çoğaltsın. Ben de sizleri ahiret kardeşi kabul ediyorum” derdi.

1970-1990 yılları Türkiye’nin en sıkıntılı yılları idi. Anarşi ve terör günlük normal hadiseler haline gelmişti. Eski komünist Sovyetler Birliği’nin Türkiye’yi komünist yapmak için özellikle gençler üzerindeki maddî, manevî çok büyük baskısı hissediliyordu. Bu dinsizliğin önünde Risale-i Nurlar kale gibi duruyordu. İnkâr-ı ulûhiyet fikrine bu eserlerle tatmin edici cevaplar verilebiliyordu. Akşamları üniversite yurtlarında veya medreselerde ya da evlerde yapılan Risale dersleri, Kırkıncı hocam yoksa Alaaddin kardeşimiz yapardı. Bu derslerde pek çok gencin elinde defter bulunur, Risale-i Nurlar’daki bahislerin açılımı ve konuyu anlaşılır hale getirmek için verilen misaller not edilirdi. 

Öğretim elemanları umumiyetle Üniversite lojmanlarında kaldığı için akşamları onların dersi burada olurdu. 

1970-1980 arasında daha fazla gence ve özellikle ortaöğretim gençliğine hitap etme metotlarının nasıl olması gerektiği, Risale dersinden sonraki öncelikli konular arasındaydı. Gençler, makale, roman ve hikâye kitaplarıyla ateizmin tuzağına düşürülüyordu. O halde biz de iman hakikatlarını bu metotlarla vermeliydik. 

Ama bizler roman veya hikâye yazacak edebiyatçılar değildik. Fakat bunun bir yolu olmalıydı. En azından kendi konularımızı yaratılış temasıyla bazı dergi ve basın organlarında gençlere ulaştırabilirdik. Alaaddin kardeşimizin başkanlığında haftanın bir akşamını gençlere yönelik makale hazırlama kursuna ayırdık. Kursa; tıp, ziraat, diş hekimliği, fen-edebiyat ile iktisadi ve idari bilimler fakültelerinden 15-20 kadar asistanla başlandı. Birkaç ay, edebî yazı çeşitleri ile bu konularda muvaffak olmuş yazarların eserleri üzerinde çalışıldı. Daha sonra herkesin kendi ihtisas sahasında ortaöğretim öğrencileri seviyesinde herhangi bir dergi veya gazetede yayınlanacak tarzda yazı hazırlayıp gelmesi istendi. 

Bir hafta sonra makalelerle gelindi. Herkes yazdığı makalede bir hata bulunamayacağından çok emindi. Her makale okunduktan sonra, konu başlığının metni yansıtmadığı, seviyesinin yüksek olduğu, tasvirlerin çok fazla yer aldığı, konuların anlaşılmaz ve muğlaklığı gibi değerlendirmelerle yazı hallaç pamuğu gibi atılıyordu. Bu değerlendirmelere tahammül edemeyenler çalışmayı bıraktı. Beş altı kişi buna devam etti. Daha sonra bu çalışmanın çok faydası görüldü. Birkaç yıla yakın devam eden bu çalışmaya katılanlardan hatırlayabildiklerim; Prof. Dr. Alaaddin Başar, Prof. Dr. İsmail Kocaçalışkan, Prof. Dr. Murat Sarıcık, Dr. İdris Görmez, Ömer Sevinçgül, Okutman Muhsin Bozkurt’tur.

Alaaddin kardeşimizin hemen bütün mesaisini ihlasla Risale-i Nurlara hasretmesi, Nurlardaki külli ve derin hakikatlerin, onun âleminde anlaşılır misallerle ma’kes bulmasına sebep olmuştur. Bunları kitaplaştırmış olması büyük bir kazanımdır.

O, devamlı iman hakikatlerini gençlere ulaştırmada günümüz teknik imkânlarının yol ve metodunu düşünür, bulduğu çözümleri çevresindekilerle paylaşırdı. Bunun için Erzurum’da bir büro ve stüdyo kurmuştu. Zafer Dergisi’ne çok destek verdi ve Sorularla İslamiyet sitesi de onun gayret ve öncülüğünde kuruldu. Her ay Zafer Dergisi’ne düzenli yazı göndermesi de takdire şayan bir gayretti.

Sorularla İslamiyet sitesine her türlü maddî ve manevî desteği sağlayan, 30-40 yıl ötesindeki hizmetin panoramasını; nezaketli üslubu, kıvrak zekâsı, geniş ve derin ufki görüşleriyle nazara veren, umumi meşveretin şekillenmesi ve bu konudaki bir takım güçlüklerin aşılmasında büyük katkı sahibi bulunan Orhan İnalöz ağabeyi de burada minnet ve şükranla yâd etmek isterim. 

Alaaddin Hocamız hizmetin haricindeki konularda az konuşur, kimseyi gıyabında zemmetmezdi. Zaten okumuyorsa mutlaka elindeki tesbihiyle dilini zikirle meşgul ederdi. 

Erzurum Üniversitesi’nin, Anadolu’daki üniversitelerin manen ruhlanmasında büyük katkısı vardır. Hemen her üniversitede bir veya birkaç öğretim üyesi buradan gitmiş ve bulunduğu yeri nurlandırmıştır. Bunda Kırkıncı Hocam ve Alaaddin kardeşimiz ile Prof. Dr. Celaleddin Atamanalp ağabey başta olmak üzere Erzurum ekibinin büyük hizmetleri olmuştur. 

Nur medreseleri emniyet tarafından zaman zaman baskına uğrar, burada kalan üniversite öğrencilerinin kimlikleri alınır, Risale-i Nur okuduğu bilenenlerin resmi kurumlarda görev alamayacağı şayia edilirdi. 

Yine 1970’li yılların başında Kırkıncı Hocam ve Alaaddin kardeşimiz 80 kişilik bir risale dersinde baskına uğradılar. İçlerinde Kırkıncı Hocam ve Alaaddin ağabeyin de bulunduğu 15-20 kişi altı aya yakın hapiste kaldı. Suçları Risale-i Nurları okumaktı.

Alaaddin kardeşimizin 6 ay nurculuktan hapis yatmasıyla, artık onun akademik hayatının bittiği, doçent ve profesörlüğünün mümkün olmadığı bazı çevrelerce sıkça dile getiriliyordu.

Ancak, Kur’an yolunda çalışanlara Allah’ın yardım ve inayeti kısa sürede yetişmiş, emsallerinden daha önce bu akademik kariyerleri elde etmişlerdir. 

1975’li yıllar. Memlekette anarşi âdeta gizli eller tarafından teşvik ediliyordu. Gençler silahlanma yarışına girmişti. Sağ da sol da silahlanıyordu. Nur talebelerinin de silahlanarak nefs-i müdafaa yapması yönünde telkinler geliyordu. Erzurum’da meşveret yapıldı. Bizim her hâlükârda devletin yanında olmamız, mesleğimizin gereği olan müspet hareket etmemiz, bize silahla gelseler, gelenlere Risale okumamız, bizim silahımızın Risaleler olduğu kararı alındı. Geçen zaman bizim bu konudaki haklılığımızı gösterdi.

Yine benzer bir hadise 1976 yılında yaşandı. Üniversiteyi işgal eden bir grup öğrenci, Haziran ayı sene sonu imtihanlarına girmeme kararı aldı. İmtihana bir öğrenci de girse, diğerlerinin imtihan hakkı yanıyordu. Hiç kimse girmese, daha sonra o imtihan tekrarlanacaktı. O bakımdan boykot yapıp üniversiteyi işgal eden öğrenciler kimseyi imtihana sokmuyordu. 

Nur talebelerinin boykotu kırarak imtihana girmeleri yönünde karar alındı. Nur talebeleri imtihana girmemeleri için silah gösterilerek tehdit ediliyordu. İmtihanlar başladı. Nur talebeleri ölüm tehditlerini dikkate almadan imtihana girdi. Bazen bir bölümde bir Nur talebesi varsa tek başına imtihana giriyordu. Haziran devresinde son sınıflardan sadece Nur talebeleri mezun olmuş, böylece boykot kırılmıştı. Bu isimsiz kahraman gençleri hep takdirle yâd ettik. Onlar ölümü göze alarak bu kanunsuz hareketlere “Dur” demişlerdi.

Kırkıncı Hocamın ve Alaaddin Ağabeyin, Nur talebelerinin hapse konulmalarına rağmen boykotlar karşısında böyle dik duruşları ve devletin yanında yer alışları Risale-i Nur’dan aldıkları müspet hizmet metodu anlayışının gereğiydi. 

Biz, kudsi hizmetimizde daima müsbet hareket ediyoruz.” (Bediüzzaman, S. N. Mektubat. Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 605, 2. Baskı, 2016, s. 540)

Benim idamıma çalışanlar dahi eğer Risale-i Nur’la imanlarını kurtarsalar, Risale-i Nur’a sarılsalar; kardeşlerim, siz şahit olunuz, ben onlara hakkımı helâl ediyorum.” (Bediüzzaman, S. N. Tarihçe-i Hayat. Envar Neşriyat, 1996, s. 456)

Hayatlarının varlığını Kur’an hakikatlarının neşrinde gören ve bütün gayretini bu yolda feda eden Peygamberimiz’in (sav) varisleri, başta Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri ve talebeleri olmak üzere, ehl-i sünnet dairesindeki âlim, şeyh ve münevverleri şükran ve minnetle yâd ediyor, Allah’ın rahmet ve mağfiretini diliyorum.