TR EN

Dil Seçin

Ara

Serçe Kebabı

65 yıl kadar önceleri...

 

65 yıl kadar önceleri...

Tepedeki bağ evlerimizin kuzey camlarında uğuldamaya başlayan sonbahar poyrazı... Demek, bitmez zannettiğimiz yazdan sayılı günler kaldı...

Bağların hemen aşağısında bereketli Adapazarı Ovası başlar, birbirinden su dolu hendeklerle ayrılmış tarlalar ve çayırlar şehre kadar uzanırdı...

Bizim kırlarımız da “hür havalı” idi; belki Yâhya Kemâl’in “Rakofça Kırları”nınkinden bile daha hür, daha tasasız, daha serâzat!.. Zira, “akıncı cedlerimizden” bize mevrus “ihtiraslar” falan, çocuk kâlblerimizde henüz yer tutmamıştı...

Evet… Dâvâsı, hedefi, ihtirâsı olmayan kişi, katıksız kemiksiz bir hürriyete sâhiptir. Çocukluk, işte böyle sorumsuz ve “sorun”suz bir serbestînin lüksçe yaşandığı devirdir. Bırakalım tadını çıkarsınlar; nasıl olsa bu konfor onların ellerinden çok çabuk çekilip alınacak!.. Büyüyecekler ve zaman ve devrân, bin türlü esâretin bukağısını, lâlesini ve prangasını onların nârin boyunlarına geçirip vuracak!.. İşte hayat böyle bir şey; “yaşamaya değer” bir hayat ise, bilhassa ve tamamen böyle!.. “Zafer” incisi sert “Çile” istiridyesinin içinde saklı!..

Evet; çocukluğumuzun en tatlı demlerindeyiz ve bütün hırsımız hedefimiz bîçâre serçe kuşları!.. Babacığımın san’atkâr elleriyle yaptığı, kızılcık dalından kesilerek ateşte bükülmüş iri çatallı ve güçlü lâstikleri olan hârika sapanlarımız var... Belimize bağlı taş torbamız, kafesli telden av çantamız, çakımız... Techizâtımız eksiksiz!..

“Biz” dediğim ise, ben ve Ertuğrul!.. Sevgili Ertuğrul Güven ile çocukluktan başlayan, üniversite yıllarında devam eden kardeşlikten öte bir arkadaşlığımız oldu... Delikanlılıkta motosikletlerimizi yarıştırdık, Sapanca Gölü’nde Ertuğrul’un icâdı, fındık sopasından iskeletli, balmumu emdirilmiş şeker çuvalından gövdeli sandalla gezindik... Üniversite günlerimde ise, bu yazının asıl hedef şahsı olan Sâime Abla’mızın İstanbul Aksaray’daki iki katlı evinde, aynı odayı paylaştık... Nice bin hatırâ...

Dönelim yine kısa pantolonlu devrimize ve “Serçe Kebabı”na... Süper sapanlarımıza ve bilenmiş çivi uçlu müdhiş oklarımıza rağmen, serçelere ve sonbaharda aşağıdaki çayırın yağmur sularıyla dolup gölcük hâline gelmesiyle ortaya çıkan uzun bacaklı su kuşlarına, dişe dokunur bir operasyon yapabilmişliğimiz yok!..

Halbuki, atış talimi yaparken çam kozalaklarını yirmi adımdan bile vurabiliyoruz!.. Belki de canlı hedefte elimiz titriyor... İyi ki öyle olmuş da bacağımın başına gelen (?), bizimkine gelmemiş!..

Bir gün, Küçük Ev’in sahanlığındayız... “Nasıl gidiyor av?” diye sordu babacığım. Ellerimi bomboş iki yana açmış olmalıyım ki, “Ver bakayım şu sapanı, kuş nasıl vurulur, göstereyim!..” dedi... Yandaki vişne ağacında serçeler oynaşıyor… Sapanı gerdi, fırlattı!.. Sen taş git, garipçiklerden birine isabet et!.. Hazan yaprağı gibi düştü indi serçecik!.. Koştuk; kan içinde bir avuç sıcak tüy!..

Babacığımın renginin solduğunu hatırlıyorum. Zaten, üzülünce yüzü bembeyaz olur, sesi titrer, kolu kanadı düşerdi... “Yâhû, ben şaka yapmak istemiştim... Tûh, tûh... Ne yaptım zavallıcığa…” gibi sözlerle iskemleye çöktü kaldı!..

“Sayyâd bu âsumâne kıyma,

Kıl cânına rahm, câne kıyma!..”

Olanı biteni gören Sâime abla ise hiç fazla düşünmeden: “Süleyman!.. Ben şimdi size onu pişiririm!..” diye, serçeyi alıp mutfağa gitti... Yoldu, kızarttı, getirdi... Kibrit çöpü kadar iki but; birini bana, birini babacığıma uzattı!..

Bugün bu basit ve sıradan gibi görünen sahnenin ince mânâlarını daha iyi anladığımı sanıyorum... Sâime Anne’mizin sevgi dolu yüreğini, keskin zekâsını ve yüksek zerâfetini gösteren pek çok davranışından biridir, Serçe Kebabı!..

Evet; Serçe Kebabı, fiilî bir teselliydi; dil ile söz ile değil, el ile iş ile ortaya konan bir gönül alma, kırıklığı tâmir, pişmanlığı giderme gayreti!.. Artık, serçecik normal bir av; onu kazârâ vuran babam ise, sanki rızık için avlanan meşrû bir avcı oluvermişti; fazla üzülmemeliydi!..

Bugün, şu helâketli felâketli kanlı asırda, bir serçe kuşu kadar bile değer verilmeyen yüzlerce mâsumun kasten, teammüden katledildiği, yakıldığı hengâmda, “Serçe Kebabı” mekanizmasının, tam tersiyle, zâlimlerce nasıl istismar edildiğini de ibretle müşâhede etmekteyiz!..

Zaten hep öyle olmuştur; sûikastçılara “şanlı avcı”, teröristlere “gerilla savaşçısı”, hâinlere “millî kahraman” pâyesi yamanmaya çalışılmıştır!.. Her şey, herkesçe anlaşılmakta... “Saklı Târih” yalancısının mumu sönmekte!..

Bütün bu eski hâtıraları bana yâdettiren ise, Sâime Anne’mizin geçtiğimiz ay 102 yaşında vefât etmesi… Onu, bir nûr yumağı hâlinde, âile kabristanımızda rahmetli dâmadım Mehmet’in yanına sakladık... Mekânı Cennettir İnşâallah!..

Ona ve bütün geçmişlerimize rahmet duâsıyla...