TR EN

Dil Seçin

Ara

Çocukları Dinlemiyoruz!

İster öğretmenler odasında, ister kurul toplantısında, ne zaman öğrencilerin durumundan söz açılsa, özellikle kıdemli öğretmenler hemencecik geçmiş ve şimdi arasında bir kıyaslamaya giderler. Çoğunlukla da, öğrencilerin geçmişte çok daha uslu, terbiyeli olduklarını ifade ederler. Bir tür “Nerde o eski günler...” nostaljisi odanın havasına hâkim olur.

Yine bu konuşmalarda, bugünkü öğrencilerin öğretmeni dinlemedikleri, dinlemeyi bilmedikleri söylenir. Tabii, doğal olarak, peşinden bu halin sebeplerinin irdelenmesine geçilir. Sorunun temel kaynağı, tahmin edeceğiniz üzere, hemen hemen daima “aile” olarak işaretlenir.

Bu tespit, elbette büyük oranda doğrudur ve haklı tarafı vardır. Ancak, yine bu öyle bir tespittir ki, öğretmenin ve eğitim kurumlarının üzerine herhangi bir vazife kondurmadığı, üzerine bir suç almadığı bir sonuç ortaya çıkartır. Yani, eğitimciler herhangi bir özeleştiriye ihtiyaç duymadan, tabloya “ak kaşık” klasmanından girerler.

Eğer bu tarz bir diyalog, öğretmenler kurulu gibi bir toplantıda gündeme gelirse, gözler hemen okulun psikolojik danışmanına döner, onun soruna çözüm getirmesi istenir.

Öyle ya, “Öğrenciler dinlemesini bilmiyor” ise, öğrencilerin dinlemeyi öğrenmesi gerekir. Bunu da yapacak kişi, okulun rehber öğretmeni olan psikolojik danışmandan başkası değildir.

Fakat acaba, bahsedilen sorun, doğru teşhis edildi mi? Yani, öğrenciler hakikaten “dinlemesini mi bilmiyor,” yoksa “dinlemiyor” mu? İkisinin arasında çok büyük fark var çünkü.

Bana göre, çocuklar “dinlemiyorlar.” Zira, dinlemek istediği halde, dinlemeyi başaramayan bir öğrenciye ben rastlamadım hiç. Hele hele merak ettiği bir konu olursa!

Dolayısıyla, meselenin daha derin boyutlarına inmemiz gerekiyor. Acaba sınıfta öğrenciler öğretmenleri neden dinlemiyorlar?

Dilerseniz, bu derin soruya derin bir cevapla açıklık getirmeye çalışayım: “Çünkü biz onları dinlemiyoruz.

“Dinlemiyoruz” derken, sadece konuştuklarında onları dinlemediğimizi kastetmiyorum. Çok daha temelde, onların “fıtrat dili”ni dinlemiyoruz.

Bir örnek vereyim: Bildiğiniz gibi, son yıllarda tamamen siyasî sebeplerden hareketle, eğitimin süresini durmadan artırma yoluna gidiyoruz. Mecburi eğitim sekiz yıla çıktı, onbir yıla çıkartmanın hesapları yapılıyor. Öte yandan, tekli öğretim yapılan, yani sabahtan akşama (09:00-15:00 arası) eğitim verilen okulların sayısında da ciddi bir artış var.

Yani eğitim süresi hem yıl olarak hem de günlük saat olarak artıyor. Peki bunun için biz öğrencilerin olurunu aldık mı? Onlara bu konuyu sorduk mu? Bu konuda herhangi bir anket yapıldı mı? Savunma hazır: “Hayır ama, bu gibi konular çocuklara sorulmaz ki! Bunlara yetişkinler ve eğitimciler karar verir.”

Parmak basmaya çalıştığım nokta da tam burası işte: “Tamam, çocuklarımızın nasıl ve ne kadar süre eğitim göreceğine biz yetişkinler ve eğitimciler karar verelim, ama bu işi yaparken onların neyi ne kadar kaldırabileceklerini de hesap etmemiz gerekmez mi?” Başka bir ifadeyle, onların “fıtrat dili”ni iyi okumamız gerekmiyor mu?

Bu bakış açısına sahip olabilsek, herhalde 7-9 yaş veya 9-11 yaş veya ... yaş dönemindeki bir çocuğun bir günde ortalama ne kadar saat ders görebileceği hususunda belli bir kanaate ulaşabilirdik. Söz gelimi, 7-9 yaş dönemindeki bir çocuğun okulda akademik derslerinin toplamda 4 saati (belki daha az) geçmemesi gerektiğini düşünebilirdik. Yine, bu bakış açısına sahip olsak, bu yaştaki çocuklarla yapılacak faaliyetlerin çoğunlukla “oyun” şeklinde olması gerektiğini de hesaba katabilirdik. (Şu anda tam zamanlı eğitim veren bir okulda bir birinci sınıf öğrencisi, etüd saatiyle birlikte okulda 7,5 saat (09:00-16:30) öğrenim görmektedir.)

Ama resimlerde gördüğünüz gibi, sınıflarımız tamamen anlatma ve dinleme üzerine kurulu bir akademik eğitime göre planlanmış durumda. Hadi, tam gün eğitim veren bir okulda sabahtan öğleye kadar akademik dersler, öğleden sonra da dinlendirici sosyal ve sportif faaliyetlere yer verilse, bir derece kabul edilebilir, ama o da yok.

E, o zaman, bu çocuklar ne zaman ve nasıl ruhen ve bedenen dinlenecekler? Şimdi gelelim esas soruya: “Peki ya, ruhen ve bedenen dinlenemeyen çocuklar, öğretmenlerini her gün aynı heyecanla dinleyebilirler mi? Ya da dinlerler mi?

Hiç birbirimizi kandırmayalım: Son birkaç yıldan beri çocuklarımız okullarda çok fazla saat geçirmeye başladılar. Bunun birinci nedeni, “çalışan anneler;” ikinci nedeni ise, etüd ve kurs gibi derslerle ek gelir elde etmek isteyen öğretmenler ve okul idareleri. Eğitim süresi, eğitimin daha kaliteli hale gelmesi için değil, işte bu sebeplerden dolayı uzuyor. Özellikle temel eğitim veren ilköğretim okullarımız, çalışan annelerden dolayı neredeyse Çocuk Esirgeme Kurumu gibi çocuk bakıcılığı rolünü üstlenir hale geldi.

Şu şartlarda, eğer okul sürelerini kısaltamıyorsak, hiç olmazsa okullarımızın bir “yaşam alanı” olarak daha iyi şartlara kavuşması için çalışmak zorundayız.

Düşünün ki, bir ev kiralarken bile, elli tane kritere bakıyoruz. Otoparkı var mı, banyosu tuvaleti ayrı mı, güneş görüyor mu, ebeveyn banyosu var mı, çarşıya pazara yakın mı...

Peki bir yaşam alanı olarak okula baktığımızda, çocuklarımızın neredeyse çocukluk yıllarının tamamını geçirdikleri okullar için belli kriterler ortaya konamaz mı: Spor salonu var mı, duşu var mı, ağaçlandırılmış alanı var mı, sınıfları havadar mı, ders programında dinlendirici sosyal ve sportif faaliyetlere yeterince vakit ayrılmış mı...

Okullara yeni bir vizyonla bakmak zorundayız artık. O mekânlarda çocuklarımızın hayatı geçiyor. “Sıra doldurulmuş sınıflar”da kaliteli eğitim verdiğimizi belki 1930’lu yıllarda iddia edebilirdik, ama artık edemeyiz.