TR EN

Dil Seçin

Ara

Kelimelerden Kaplar

Bir genç rüyasında Mevlana’yı gördü. Onun yanında oturuyordu. Sıcak samimi bir ortamda sohbet ediliyordu. Genç, söze girerek, “bilerek ve anlayarak inanmak ile taklit ederek inanmak” arasındaki farkı sordu Mevlana’ya. Bunu merak ediyordu.

Mevlana, gence baktı ve “beni takip et” dedi, “cevabını bulacağını umuyorum.”

Birlikte başka bir salona gittiler. Salonun ortasında sofralar vardı. Sofrada üzerilerinde yazılar yazılmış tabaklar ve bardaklar vardı. Fakat bunlar boştu, içlerinde bir şey yoktu. Hz. Mevlana, “misafirlerimizi buyur edin” dedi. Az sonra bazı kimseler oraya geldiler. Temiz yüzlü, ağırbaşlı, halleri tavırları güven veren insanlardı bunlar. Sofraya oturmalarıyla birlikte tabakları da birden yemeklerle doluverdi. Besmeleyle yemeye başladılar. Tabaklardaki yemekler yendikçe çoğalıyor, misafirler ise daha bir güçleniyor, daha bir nurlanıyorlardı sanki. Gencin de canı çekti, “çok güzel yemekler olmalı bu yedikleri” dedi içinden.

Genç onları hayretle seyrederken, Mevlana’nın sesini işitti, “şimdi gitmemiz gereken başka bir yer daha var” diyordu.

Oradan çıkıp bir başka salona girdiler. Burada da sofralar hazırlanmıştı. Diğer salondaki gibi üzerileri yazılı tabaklar ve bardaklar boş duruyordu. Mevlana yine, “misafirlerimizi buyur edin” dedi. Az sonra buraya da bazı kimseler geldiler. Gelenler diğerlerinden daha farklı kimselerdi. Bunlar da sofralara oturdular ve yemeye başladılar. Ancak genç, çok şaşırmıştı. Çünkü bu salondakiler boş tabaklardan yiyorlardı. Daha doğrusu yer gibi yapıp, boş kaşıkları ağızlarına götürüp getiriyorlar, boş bardaklardan su içer gibi yapıyorlardı. Ne gariptir ki, tabaklarının ve bardaklarının boş olduğunun farkında değil gibilerdi.

Genç bunların ne yaptıklarını anlayamadı, şaşkınlıkla Mevlana’ya döndü. Bu gördüklerinin anlamını sordu. Mevlana, “sorduğun sorunun cevabı” diye karşılık verdi. Genç ise pek bir ilgi kuramamıştı. Mevlana, gence, “okuma yazman vardı değil mi?” diye sorduktan sonra, ekledi: “kaplardaki yazılara dikkat ettin mi?”

Genç, dikkatlice baktıktan sonra, sofradaki kaplarda, kiminde “Subhanallah,” kiminde “Elhamdülillah,” kimisinde “Bismillah,” kimisinde de “lâ havle velâ kuvvete illâ billâh..” şeklinde yazıları gördü.

Mevlana, “kelimeler kaplardır” dedi, “içlerini biz doldururuz; eğer doldurmazsan seni doyurmazlar. ”

Mevlana sonra, üzerinde “lâ ilahe illallah” yazan tabağı göstererek, “bunun anlamını biliyor musun?” diye sordu. Genç, “biliyorum” dedi, “Allah’tan başka ilâh yoktur” demek.

Mevlana, “söylediğin onun sadece kabı” dedi, “bu kabın içini doldurmalısın.”

Genç biraz mahcup, “anlatabilir misiniz?” diye cevap verdi.

Mevlana, “Allah’tan başka ilâh yoktur demek, Allah’tan başka yaratıcı yoktur, Allah’tan başka yaşatan yoktur, Allah’tan başka rızık veren, şifa veren, gördüren, işittiren.. yoktur demek ve bunu hayatında hissederek yaşamaktır. Allah’ın, kâinatı ve mevcudatı yaratmasında kimseye ihtiyacı olmadığı gibi, yarattıklarını idare etmede de kimseye muhtaç olmadığını bilerek Allah’a kul olarak yaşamaktır,” dedi ve devam etti, “Ayrıca, Allah’ı bilmek, bütün kâinatı her şeyiyle yaratanın ve zerrelerden yıldızlara kadar her şeyi idare edenin O olduğunu bilmektir. Herşeyin Allah’ın kudret ve iradesiyle olduğuna kesin iman etmek; ve kâinatında Ondan başka hiçbir yaratıcı olmadığına iman etmek, kalben tasdik etmekle olur.”

Genç etkilenmişti, bu kadar geniş anlamıyla bilmiyordu elbette.

“Önden gelenler bu kelimeleri en geniş anlamlarıyla biliyor, bu manalarla yaşıyorlardı. Sonradan gelenler ise, sadece kelimeleri tekrar edip durdukları için içi boş tabaklara kaşık sallayıp durdular... Yani sonrakiler bu kelimeleri, önden gelenler gibi söylediler ama, onlar gibi anlayamadılar.”

Genç heyecanla “diğer kelimelerin de anlamlarını bilmek istiyorum!..” dedi.

Mevlana ise, “her şeyin bir sırası var,” dedi, “anlamlarını bilmek sonra.” Ve devam etti, “asıl o kelimeleri kime, hangi zâta söylediğini bilmelisin, kime hitap ettiğinin farkında olmalısın. Çünkü o kelimelerle, Rabbiyle konuşur insan. Ve ancak, yaratanını ve O’nun sonsuz kemâlini, yüceliğini tanıyan insan, O’na nerede, nasıl muhatap olacağını da bilir.

Genç dikkatle dinliyordu, önünde uzun bir yol görür gibi olmuştu. Mevlana, şöyle devam etti:

“Yoksa, ‘Bir Allah var’ deyip, bütün mülkünü sebeplere ve tabiata paylaştırmak ve onlara ilâhlık isnat etmek (hâşâ) hadsiz şerikleri hükmünde sebeplere yaratıcılık vermek ve herşeyin yanında hazır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, Allah’ı bilmemektir.”

Genç mırıldandı, “benim eksiğim burada işte” dedi kendi kendine, “kelimeleri bilmekle, düşünmeden, hissetmeden söylemekle iş bitmiyor.” Sonra da Mevlana’ya ‘’peki’’ dedi, “öncekiler gibi bu tabakların içlerini doldurabilir miyim?”

Mevlana şöyle cevap verdi:

“İmanın ifadesi olan bu kelimeleri, anlamlarını unutup sadece bazı durumlarda söyleyip geçmek yetmez. Allah’ın, kâinat sergisinde yarattığı eserlerindeki harika sanatlarına hayran olmayan gerçekten hamd edebilir mi?!. Oysa hamd, yüceltmek, övmek, sena etmek demek, methetmek, şükretmek demek, insanlar övmeyi, yüceltmeyi bilirler. Fakat bunu yaratılmışlar için hissederek yapıp, ‘elhamdülillah’ı ise sadece dilden söylerlerse bunun içi boştur.

Mesela, insanlar bazı şeyleri severler, onlara karşı büyük bir taraftarlık hissederler, o sevdikleri şeye toz kondurmak istemezler, kusurlardan tenzih ederler. İşte bu duygu Allah’ı, kemaline yakışmayan sıfatlardan tenzih etme duygusudur. Subhanallah’ı gerçek anlamıyla söylemek için, Allah’ı gönülden sevmek, Allah’a büyük bir taraftarlık hissetmek, Allah’ın her türlü kusurlardan, eksiklerden, zulümlerden uzak olduğunu bilip ifade etmek gerek. Subhanallah kelimesi sonsuz sevgiyi gerektirir!..”

Mevlana, son olarak gence, “gördüğün gibi, herkesin tabağındaki kendinde olandır,” dedi ve ekledi: “sende ne varsa tabağında bulduğun da odur.”

Gözleri parlayan genç, içinde büyük bir öğrenme isteği duyuyordu. Mevlana tebessüm ederek üzerinde ‘Bismillah’ yazan bir bardakla gence su ikram etti.

Genç bardağı dudaklarına götürürken içinde uçsuz bucaksız bir deniz gördü ve büyük bir dalgayla gelen sulardan ıslanmamak için ihtiyarsız olarak sıçradı. O sıçramayla gözlerini açtığında yatağında yatıyordu.