TR EN

Dil Seçin

Ara

Kabak Kaçtı!

Geçen yıl bu vakitlerdi. Bir gün bahçeye bakarken, bir kenarda küçük top benzeri bir şey gördüm. Yaklaşınca bir sapla bağlı olduğunu fark ettim. Bu bir tür bitki idi. Karpuz olabileceğini düşündüm; kavun ya da kabak da olabilirdi. Neyse dedim, dudak büküp başka tarafa döndüm. Aradan on beş gün geçmişti ki, yine bahçede bakınıyordum. Bir de ne göreyim; bizim bitkinin topu neredeyse iki kat büyümemiş mi!.. Bu şey ne ise, gide gele ona içim ısınmıştı, o şeyi sevmeye bile başlamıştım.

Derken bu ziyaretleri sıklaştırdım. Neredeyse her gördüğümde biraz daha büyümüş olarak buluyordum onu.

Artık o aileden biri sayılırdı hani. Ona gözüm gibi bakıyordum.

Bir gün yine onu ziyaret için oğlumla bahçeye çıktık. Bizim dünkü küçük top hörmetlice büyümüştü ve artık her haliyle “ben bir kabakım” diyordu.

Bahçemizde böyle koca bir kabağın peyda olması hepimizi sevindirmişti haklı olarak. Oğlum da onu çok sevmişti. Gene bir gün başında eğleniyorken oğlum kabağa bakıp:

“Baba, baba” dedi, “ne kadar çok şişmiş değil mi?”

“Evet oğlum, ilk halini düşününce ne kadar büyümüş değil mi?”

“Hı, hı..”

Oğlum kabağa hayran hayran bakarken, onun öyle rastgele şişmediğini hatırlatmak için ona sordum:

“Peki bu kabak nasıl şişti böyle?”

Fakat bu soruyu küçük oğlumun cevaplaması için sormamıştım. Amacım dikkatini “bu kabak nasıl şişti?” sorusuna toplamaktı sadece.

Maksadıma da ulaştım, oğlum kabağa bakıp, “kendi mi şişti böyle?” diye sordu.

Ben de sorusuna “bir balon kendi kendine şişer mi?” diye karşılık verdim.

Bu soru ona kolaydı; kendinden emin olarak “hayır” dedi, “kendi kendine şişmez.”

“Peki” dedim, “bir balon bile, bir şişiren olmadan kendi kendine şişmezse, böyle güzel bir kabağı birisinin şişirmesi gerekmez mi?”

Bu gayet açık bir mesele olduğu için oğlum ”evet” diyerek cevap verdi.

“Peki öyleyse şimdi, böyle güzel bir kabağı kim şişirmiş olabilir?” dediğimde oğlum bu soruma da net bir cevap verdi.

“Allah şişirdi!”

“Evet doğru dedin oğlum, bu güzel kabağı ve bunun gibi güzel meyve ve sebzeleri bizim için toprakta yaratıp büyüten Allah’tır. Hem de bak, balonların içi boş olduğu halde, bu meyve ve sebzelerin içlerini, Allah, hoşumuza gidecek şeylerle dolduruyor. Bunları hep bizi sevdiği için böyle lezzetli yaratıyor. Biz de Allah’a bu hediyeleri için teşekkür ediyoruz...”

“Bu kabaklardan öyle güzel tatlı yapılır ki, doyamazsın yemeye.. şöyle ağdalı ağdalı, ağzına aldın mıydı dağılıverir, bir başladık mı koca bir tencereyi sünnetleyiveririz. En şaştığım şey de, böyle sert bir kabağın, pişince nasıl da yumuşacık oluvermesidir... İşte böyle Rabbimiz yediklerimizi ağzımıza lâyık, enfes yiyecekler olarak yaratıyor.”

Bu kabak muhabbeti haklı olarak oğlumun iştahını feci şekilde tahrik etti. Ağzının suyunu zor zaptederek “bunu ne zaman yiyecez baba?” diye meraklandı çocuk.

Ancak bizim bu muhabbetimiz yaşlı komşu teyzemizin araya girmesiyle kesildi.

Meğer kabağa sadece biz değil, o da gözü gibi bakıyormuş. Sözü dolandırmadan konuya girerek “o kabağı” dedi, “ben bizim bahçeye dikmiştim.”

Şaşırarak “öyle mi teyze?” derken, içimden de, “komşuda pişer, bize de düşer böyle oluyor herhalde” diye geçirdim. Yaşlı komşumuza “ama bu bizim bahçede?” dedim.

Yaşlı teyze, “ben onun tohumunu bizim bahçeye dikmiştim” diye izah etti, “sonra o sizin bahçeye kaçmış.”

Bizim bahçeye mi kaçmış?!. Bu lafa güler misin, kabağa sahip çıktı buna ağlar mısın?..

Bizim ne hayallerimiz vardı, kimin umurunda; hepsi heba oldu gitti...

Ama dur, o kadar kolay değil.. Bu işin kolayı var: meselenin köküne inmek... Tohum da ayaklanacak değil ya?.. Koca kabaktan yola çıkarak bitkinin sapını takip ettik. Sap doğruca gidip komşu teyzenin bahçesine dalmaz mı!.. Gerçekten bu kabak firarî imiş...

Acı gerçek kabağın tadını kaçırdı gitti. Komşu teyzeye “öyleymiş ya; sizin bahçeden kaçmış.” deyip, oğlumla eve girdik. Ertesi akşam bahçeye çıktığımızda, kabak bu sefer bizim bahçeden de kaçmıştı... Yerinde yeller esiyordu...

Allah’ın kabakları tükenmedi ya deyip, ben de gittim pazardan daha kocaman bir kabak aldım.

Geçen yıldan tecrübelendik ya, bu bahar zamanı, sakladığımız kabak tohumlarını çıkartıp oğluma dedim: “aslanın boynu neden kalınmış?”

O da sordu, “neden kalınmış baba?”

“Kendi kabağını kendisi dikermiş oğlum, onun için” deyip elimdeki kabak çekirdeklerini gösterdim.

“Şimdi seninle kabak duası yapalım mı, ne dersin?” dedim.

Elbette anlamadı, “o ne demek baba?” diye sordu.

Dedim ki, “Toprağa delikler açıp bu tohumları içine bırakacağız. Sonra sulayacağız.”

Gerisini o tamamladı. “Allah da onlardan kabak yaratacak.”

“Evet oğlum” dedim, “tohumu dikmekle, onları sulamakla çalışarak dua etmiş olduğumuz için ben bu işe ‘kabak duası’ diyorum. Hani, bizi yaratıp besleyen, büyüten, bizi seven Allah’a, ellerimizi açıp O’ndan bir şeyler istiyoruz ya; işte Rabbimizden istemenin başka bir yolu da çalışarak istemektir. Biz tohum ekerek dua ederiz, Allah da o duamıza yarattığı meyvelerle, sebzelerle cevap verir.”

Ve kabak duamızı yaptık... Rabbimiz kabul etti; şimdi üç küçük kabak fidemiz var. Maşallah ne güzel de serpiliyorlar.

Bu iş oğlumun hoşuna gitmiş olacak ki, akşam dedesiyle görüştüğümüzde “ne yaptınız bakalım?..” diye sordu. Ben de “dua ettik” deyince, Ahmet Zafer heyecanla atıldı, “kabak duası yaptık dede...”

Şimdi kabak dualarımızı sulayıp, heyecanla büyümelerini izliyoruz. Bu arada bizim kabaklar da küsüp bir yere kaçmasınlar diye itina ile bakıyoruz.